31 Mart 2010 Çarşamba
30 Mart 2010 Salı
25 Mart 2010 Perşembe
TİKİ NEDİR???

Türkiye, İstanbul kaynaklı, bireyleri ekonomik olarak üst sınıftan veya onlar gibi olmak isteyen orta sınıftan gençlerden oluşan ve toplumda oldukça büyük antipati toplamış, kendine özgü dili ve pahalı yabancı markalara dayalı yüksek estetik kaygısı ile tanınan altkültür.Genellikle Bağdat Caddesi ve Akmerkez çevresinde yer edinmiş fakat bir süre sonra genele yayılmıştır. Kimi zamanlar ciks ve tikky şeklinde adlandırılmaktadır.
Çok şey bildiğini zanneden; genelde zengin aile çocuklarından oluşan; gündemden ve kendi yaşadığı memleketinde ne olup bittiğinden habersiz olan ama en haberli görünmeye çalışıp 40 yıllık siyasilere taş çıkartan; Giyime, Makyaja, Modaya canı gibi önem veren; çabuk kırılan, sıkıya gelemeyen; tartışma ortamlarında demogoji yapan; markadan başka hiç bir şey bilmeyen; nerde ne giymesi gerektiğini bilmeden gece gündüz farklı olmak adına çok şatafatlı ve parıltılı giyinen; genel kültürlü gibi duran ama genel kültürün g'sine sahip olmayan; yanınızda durduğunda konuşacak birşey bulamayacağınız; hurafelere, olağanüstü hikayelere hemen inanan; kimilerinin ağzından sakız eksik etmediği; bilmemne derneği gibi google'da arasanız bulamayacağınız derneklere üye olanlar; ev halinden, sevgiden, saygıdan, hürmetten, görgüden uzak insanlar...
Dil - JargonuTikilerin Türkçeyi kendisine özgü kullanımı toplumda pek çok kez eleştirilmiştir. Fakat bu dil, neredeyse tiki kültürünün belirleyicisidir. Genel olarak, Amerikan aksanı ile Türkçe konuşulması, cümlelerin içinde ingilizce sözcükler kullanılması veya İngilizce söylenişlerin Türkçeye çevrilmesidir.
Örneğin
Selaam (nası bi selam şekliyse) nası gidiyo(how is it going)
-Ayy, inanılmaz bay geldi -abi naber? -baba nassın? -abi geçenlerde bi hometheatre(cinema sistemi oluyo) gördüm görmelisin yani..manyak bi alet..bi bas veriyo abi süperrrr..yani gürünce bu ne felan oldum... -ay çok banelsinnn -ayyy kız o oğlanı gördüm oha oldum yaneeee -ay kız o lakost çok ka gibi (burdaki ka da kalite demekmiş,,bilmeyenlere) -abi geçen pembe bi lakost gömlek aldım görsen altınada tomiden bej deri bi pant... off çok mükemmel oldum ben neymişim abi beeee... kızlar hasta bana yawww...-ya bana böö geldi bu markadan -abi duydun mu selin kimle çıkıyomuşşş...hadiiii inanmam.. -imkansıbıl,deearmışııım,iğğğrançsıııaan -şok oldum falan yaniiiiiiiii -diyoosuoon? -oha filan oldum yani.. -abi o ne ya çok demode... -abi evet ya o hatun çok manyaktıııı.. -teen'e bak, cıbırı gördünmü -ne diosuuuuuuuun, kaaalbimi fethediosuuuuunnn -yeaa bean çok sıkılıoruuuomm..amerrikaya gidiceaaammm.. -Biliyomısaaaaan -Hayvanssııaaan -hadi papaaay -pozitif elektrik alamadım senden yane, taam mı? -yivrençsiaaan - iğrençsin -kendine çok iyi bakıyosuun tımaam maa -ay cıttan yaaneee gibi....
GiyimDünya görüşleri ve estetik anlayışları nedenii ile popüler kültüre ve modaya fazlasıyla bağımlı olan tikiler ekonomik güçlerinin de verdiği bir destekle olabildiğince pahalı giyinmeyi tercih ederler. Bunun için, Amerikan preppy gençliğin trendlerini izlerler. Türkiye genelindeki tikiler ise, Bağdat Caddesi çevresindeki tikileri örnek alarak giyinir ve oradaki modayı takip etmeye ve birbirlerinin aynı giyinimeye çalışırlar.Giyindikleri mekanlar, genellikle Akmerkez ve Bağdat Caddesi civarındaki pahalı yabancı markaların mağazalarıdır. Abercrombie&Fitch, Hollister,DKNY(Donna Karan New York), Puma, Converse tikilerin tercih ettiği markalardır.
Politik Görüş Tikiler, 80 sonrası apolitikleştirilen Türk gençliğinin bir sonucu olarak, sadece kendisi düşünür olabildiğince politikadan uzak kalmayı tercih ederler, aykırı ve asi eğilimlerden uzak dururlar. Bu kalıbı zorlayanları (altertiki) da vardır. Fakat farkında olmadan, baskıcı, kapitalist düzene destek vermektedirler.
BENİM ADIM AŞK...

Var mı beni içinizde tanıyan
Yaşanmadan çözülmeyen sır benim
Kalmasa da şöhretimi duymayan
Kalmasa da şöhretimi duymayan
Kimliğimi tarif etmek zor benim
Bülbül benim lisanımla ötüştü
Bir gül için canevinden tutuştu
Yüreğime Toroslardan çığ düştü
Yangınımı söndürmedi kar benim
Niceler sultandı kraldı şahtı
Benimle değişti talihi bahtı
Yerle bir eyledim taç ile tahtı
Yerle bir eyledim taç ile tahtı
Akıl almaz hünerlerim var benim
Kamil iken cahil ettim alimi
Vahşi iken yahşi ettim zalimi
Yavuz iken zebun ettim Selim’i
Her oyunu bozan gizli zor benim
Yeryüzünde ben ürettim veremi
Lokman Hekim bulamadı çaremi
Aslı için kül eyledim Kerem’i
İbrahim’in atıldığı kor benim
Sebep bazı Leyla bazı Şirin’di
Hatrım için yüce dağlar delindi
Bilek gücüm Ferhat ile bilindi
Kuvvet benim kudret benim fer benim
İlahimle Mevlana’yı döndürdüm
Yunusumla öfkeleri dindirdim
Günahımla çok ocaklar söndürdüm
Mevladanım hayır benim şer benim
Benim için yaratıldı Muhammet
Benim için yağdırıldı o rahmet
Evliyanın sözündeki muhabbet
Enbiyanın yüzündeki nur benim
Kimsesizim hısmım da yok hasmım da
Görünmezim cismim de yok resmim de
Dil üzmezim tek hece var ismimde
Barınağım gönül denen yer benim
CEMAL SAFİ
23 Mart 2010 Salı
BERLİN DUVARI...

1961 yılında, Batı Berlin ile Doğu Berlin’i birbirinden ayırmak için inşa edilen ve 1989 yılında Doğu Blokunun çökmesine kadar Soğuk Savaşın en açık sembolü olan duvardır.28 yıl boyunca binlerce insan, batıya kaçmak için duvarı aşmaya çalışırken öldürüldüğünden Utanç Duvarı da denilmektedir. Duvarın yıkılması 1990 yılında iki Almanya’nın birleşme sürecini de başlatmıştır.II. Dünya Savaşı´nın sonunda savaşı kaybeden Almanya ve başkenti Berlin işgal kuvvetlerince Amerikan, Fransız, İngiliz ve Sovyet bölgesi olarak dörde bölündü. Kısa süre sonra Batı ittifakı benzer şekilde olan yönetim birimlerini birleştirdi ve tek bir yönetim bölümüne dönüştü. Sovyetler ise bu birleşmeye karşı çıktı. Batılı işgal kuvvetleri Sovyetlere karşı Almanya´yı tekrar inşaya girişip komünizme karşı karakol kurmayı amaçladılar.Sovyetler de bu girişime karşı Doğu Almanya´da yeni bir rejim kurmaya girişti. Ekonomisi sosyalizme dayanan, siyasi yönetimi otoriter olan Doğu Almanya'dan Batı'ya kaçışlar da oluyordu. Sovyetlerden kaçış büyük ölçüde Berlin'den gerçekleşiyordu. Zamanla tel örgü ve mevzuat değişiklikleri de batıya kaçışı engelleyemez duruma gelmişti. Sovyetler, Batı Berlin'i Sovyetlerin içinde bir fesat yuvası, kapitalizmin kalesi, karşı propaganda merkezi olarak gördüğü için Berlin Duvarı'nı örmeyi çözüm olarak benimsedi.1989 yılı başlarında Alman Demokratik Cumhuriyeti Hükümeti, isteyen Doğu Almanya vatandaşlarının Sovyetler Birliği dahilindeki diğer Doğu Bloğu ülkelerine geçiş yapabilmesine izin verdi. Bu iznin çıkmasıyla beraber binlerce Doğu Alman vatandaşı Polonya, Çekoslavakya, Macaristan, Yugoslavya gibi ülkelerin başkentlerine akın etti ve buralarda bulunan Amerikan, İngiliz, Fransız büyükelçiliklerine sığındı. Daha sonra da bu sığınmacılar özel trenlerle Doğu Bloğu dışındaki ülkelere kaçmaya başladılar. Kaçışın bu kadar yoğun olduğu bir durumda Dogu Almanya Hükümeti duruma bir çözüm bulmak için toplandı. Burada yaşayan insanlar artık bu şekilde zaten Doğu Almanya'dan çıkabildiklerine göre duvarın bir anlamı kalmamıştı.
22 Mart 2010 Pazartesi
HESABI ZAMAN ÖDESİN...

Bütün suçu zamana atabilirim aslında. Olmuş ve olmamış her şeyin bedelini takvim yapraklarına yükleyerek, sessizce sıyrılabilirim aklımın dipsiz karmaşasından.Baktığım bütün güzellikleri gördüm diyemem, keza görüp bakmadığım da çok olmuştur. Etrafımda duran çiçeklere karşı kör olup, uzaklarda bir deniz manzarasına vurulduğum anlar aklıma gelince, gözlerimin nasıl bir oyuna daldığını anlıyorum.Duyup hiç dinlemediklerim var ama dinlediklerimi hep duymuşumdur. Bazen, sadece kısa diye es geçtiğim melodilerin, büyüyüp senfoniye dönüştüklerine şahit oldum. O zaman öğrenmiştim her notanın bir anlamı olduğunu ve aslında kıyıya vuran dalga sesinin, bir nota olduğunu.Denizin derinliklerinde değil ama bu kara parçasının üstünde çok vurgun yedim. Bendenim kaskatı kesildi, nefesim durdu, ruhum dondu. Ölümün soğuğundan bile ayaz gecelerde, gözyaşlarım buz kesti. O zaman anladım ki vurgun, çok karanlık kelimeymiş.Hayat durağan bir seyir izlemiyor elbette! Şen kahkahaların ovalara yayıldığı dost sohbetlerinde, masa başında ülkeyi kurtardığım da olmuştur; aşkı izlediğim de ama hiçbiri, evden gizlice kaçıp, sevgilimle güneşin doğuşunu seyrettiğim o gençlik günlerinin tadını vermemiştir.Çok yüreksiz insan tanıdım, kötüye ise aşinayım. Ademoğlu, çıkarları için ne kadar vicdansız olur bilirim. Herkesin girmeye korktuğu sokaklarda, gece yarılarında tek başına yürürken anladım ki, cesaretten gelmiyor kabadayılık. Belindeki silahtan daha büyük mermiler sıkabilir adam olana, güçlü bir kalp!Yalnızlıkla uzun yıllardır tanışırız. O beni, ben onu sevsek de; uzun süre birlikte olmaktan sıkıldık. O, kendini atacak başka bir kapı arıyor şimdilerde. Her kim olsa, benden iyi olacağını düşünüyor. Oysa ben o yolu daha önce geçtim. Sonra gittiği yerde insan, geldiğini mumla arıyor. Hayat bu, bazen sıkılmak bile hepimiz için lüks kalıyor.Yolumu aydınlatacak ışık bulamadığımda, el yordamıyla yürümeyi öğrendim. Ancak ömür dediğin hatalarla örülüyor, güneşin tepemde durduğu anlarda ayağımın taşa takılmışlığı da çoktur. Bile bile çarptığım bütün duvarlardan yara aldım. Sonra yaralarımı ağlamadan sardım.Yapılacak daha çok yanlış var ama ondan daha fazla doğru birikti gönlümde. Hepsine tek tek zaman ayırmam lazım. Daha bir sürü kalp yarası alacağım, aşkı bin kere daha tadıp doyamayacağım. Ancak vakit yetmiyor. Yapacaklarıma, yapamadıklarıma ve yaptıklarıma zaman yok! Veya benim canım, suçu şu gariban takvim yapraklarına atmak istiyor….
21 Mart 2010 Pazar
TÜRKİYE'NİN ÇIKARLARI

Biri size “Türkiye’nin çıkarları” için nasıl düşünmeniz gerektiğini söylediğinde hemen alarma geçmelisiniz. Çünkü büyük bir ihtimalle kandırılacaksınız. Diğer bütün büyük toplumlar gibi Türkiye de değişik sınıflardan, zümrelerden, ırklardan, inançlardan oluşuyor; bütün bu grupların çıkarları birbirinden farklıdır hatta genellikle çıkarları birbiriyle çelişir. İstanbul’daki bir zenginle Yozgat’taki bir köylünün “ortak” çıkarı nedir? Bir patronla bir işçinin ortak çıkarı nedir? Bir muhafazakârla, bir Kemalistin ortak çıkarı nedir? Bir Türkle bir Kürdün ortak çıkarı nedir? Bunların “ortak” çıkarı, kendi haklarını ve çıkarlarını özgürce koruyabilecekleri, bunun için mücadele edebilecekleri, inançlarının gereklerini rahatça gerçekleştirebilecekleri, fikirlerini hiçbir baskıyla karşılaşmadan söyleyebilecekleri bir zemini oluşturmaktır. Her türlü çelişkinin ve hak mücadelesinin hiçbir baskıyla karşılaşmadan yaşanacağı bir ortamı yaratmaktır. Ama “iktidarı” elinde bulunduranlar, kendi çıkarlarını “ortak çıkar” diye sunup bunun kabul edilmesini isterler. Gerektiğinde, ki genellikle gerekir, bunun için yalan söylerler. “Ezen” grup, kendi çıkarlarının “ezilenlerin” de çıkarı olduğunu iddia eder. Bu temelsiz iddiaları kabul görmediğinde zorbalaşırlar. Özellikle bizim ülkemizde “tarihi çarpıtarak” bu yalanlarına bir “altlık” oluşturlar. Çünkü bizim ülkemizdeki “asıl iktidar” yüz yıldır asker ve sivil İttihatçılardadır. Bütün sınıfları, grupları, zümreleri, ırkları, dinleri, İttihatçı bir azınlık baskı altında tutar ve yönetir. Üstelik “eğitim sistemini” kendileri belirledikleri için “ezdikleri” insanların da beynini yıkayarak “İttihatçıların çıkarlarının” herkesin ortak çıkarı olduğuna inandırırlar. Ezilenler, ezenleri destekler. Ve, asla tarihin sorgulanmasına izin vermezler. Büyük bir “31 Mart ayaklanması” yalanı vardır mesela, yüz yıl boyunca dindarlar “bu yalanın” yarattığı havayla “müstakbel irticacılar” olarak gösterilmiş, dindarlık topluma büyük bir tehlike olarak sunulmuştur. Herkes “31 Mart’ın” tekrarından korkar hale getirilmiştir. Halbuki 31 Mart, en kabadayı rakamla iki bin beş yüz, üç bin askerin, başlarında komutanları olmadan sokaklarda gösteri yapmasıdır. O “irtica” ayaklanmasına katılanlar arasında “sarhoş” bahriyeliler de yer almıştır. Çok rahat bastırılacak bu ayaklanma “bilinçli” bir şekilde bastırılmamış ve İstanbul’daki Birinci Ordu’nun harekete geçmesi engellenmiş, bunun sonucunda da koskoca “Birinci Ordu’nun” bastıramadığı “ayaklanmayı” Harekât Ordusu iki günde bastırıp Abdülhamit’i devirerek İttihatçı bir iktidarın yolunu açmıştır. “31 Mart” korkutmacasıyla dindarlar hep bir tehlike gibi gösterilmiştir. Bugün, bizim “milliyetçilerin” büyük bir arzuyla sahip çıktığı İttihat Terakki iktidarı ise tarihimizin en “işbirlikçi”, en “dışa bağımlı” iktidarıdır. İttihatçılar öylesine “işbirlikçidir” ki Osmanlı Ordusu’nun yönetimini hiç çekinmeden Alman generallere teslim etmiştir. Enver Paşa, Osmanlı’nın kapılarını ardına kadar Almanlara açmıştır. Almanların hatırı için Osmanlı’yı hiç hazır olmadığı halde Birinci Dünya Savaşı’na sokmuş, Almanlarla işbirliği yaparak ülkeyi “savaşa sokmasını” ise Sait Halim Paşa’nın konağında toplanmış olan kabineye, “bir oğlumuz oldu beyler” diye duyurmuştur. Bugünlerde sıkı bir biçimde tartıştığımız, “kabulünü kendimize hakaret olarak gördüğümüz” Ermeni soykırımı da Almanların Osmanlı Ordusu’na hâkim olduğu bir dönemde gerçekleşmiştir. Almanlarla “işbirliği” içindeki İttihatçıların gerçekleştirdiği bu korkunç katliam, Osmanlı’nın diğer ülkelerle “ittifak” kurma ihtimalini tümüyle yok etmiş ve tam da Almanların istediği gibi Osmanlı’yı Almanya’ya mahkûm etmiştir. Yapılanın, Osmanlı’nın çıkarıyla bir ilgisi yoktur. Bunu savunmanın bugün de Türkiye’nin çıkarıyla bir ilgisi olmaması gibi. Ermeni meselesi 1915’te Osmanlı’yı nasıl yalnızlaştırdıysa, bunu savunmak da bugün Türkiye’yi yalnızlaştırmaktadır. O “yalnızlık” Osmanlı dönemindeki Alman destekli İttihatçıları nasıl iktidarda tuttuysa, bugünkü yalnızlık da hâlâ varlıkları süren asker ve sivil İttihatçıların iktidarına yardım eder. İttihatçıların iktidarı ise Türkiye’nin çıkarına değildir. Ermenileri öldüren, Kürtleri ezen, Türklerin dindar ve demokrat olanlarını baskı altına alan, muhalifleri vurduran bir iktidar nasıl Türkiye’nin lehine olur? İttihatçı bir iktidarın sürmesini, Türkiye’nin dünyadan koparılmasını, “küçük bir zümrenin” dışında kalan Türklerle Kürtlerin ezilmesini, yasakların, baskıların artmasını istiyorsanız tarihteki yalanları savunun. Ama bilin ki savunduğunuz yalanlar ne sizin çıkarınızadır, ne de Türkiye’nin çıkarınadır, sadece Türkiye’yi yüz yıldır yöneten silahlı bir azınlığın çıkarınadır.
Ahmet ALTAN
19 Mart 2010 Cuma
EMO NEDİR?

Tipik EMO özellikleri:
1. Türkçe bilmezler, kendi aralarında kullandıkları tuhaf bir dil vardır. Şekil 1 a'da vikings'in gösterdiği gibi: hihihihi süfe nahn her bh süfe e ama o arkdaki çnta pempe pempe zrtmış hihihihi ne jkı yaaa ajko ne dio o hatun oii fasla tabdım<3 ayhhh çoqhh dadnu ben öpebilirmiim 1 kere aaaaaaaaaaa tacıı tanıommbı yerdenn askıma ben heduee ettım jok yakısıyo bebeımeee mjxxx sfym senıı emojukummmmm
2. Saçlarını genellikle tek gözlerini kapatacak kadar öne yatırırlar. Arkada kalan kısımları ise jöleyle ya da spreyle kabartarak karıştırırlar. Bu absürd görünüm, "şekil"den ziyade yüzlerini kapatmak içindir.
3. Yüzlerinin gözüken kısımlarına bol miktarda (paralarının yettiği kadarıyla) piercing yaptırırlar. Ne kadar piercingleri varsa o kadar "havalı"dırlar.
4. Yüzlerinin gözüken kısmında "aptal" bir ifade vardır. Bu gerçek bir "loser" gibi görünme isteğinin mantığını hala çözemedim şahsen.
5. Mümkün olduğu kadar "görünmeyen" yerlerine dövme yaptırırlar. Dövmeye asla "dövme" demezler. Kesinlikle "tatoo" derler. Bu onların "cool" olma anlayışıdır. Görünmeyen yerlerine yaptırmalarının sebebi ebeveynlerinin görmesini engellemektir.
6. Hep marka şeyler giymeye çalışırlar ama alışveriş yaptıkları yerler de bellidir. Converse ve Vans en kıymetli markalarıdır. Nasıl "kel" bir emo olmazsa en az 5 Converse'i olmayan bir emo da olamaz.
7. Takıldıkları 2 yer vardır: İstiklal Caddesindeki İş Bankası'nın önü ve Kadıköy'deki Rexx Sineması'nın önü. Bütün günlerini burda ayakta dikilerek (!) ve sağa sola bakarak geçrirler. Aynı bir güvercin gibi.
8. Kızları da erkekleri de biseksüeldir. Onlar için cinsiyetin fazla bir anlamı yoktur. Önlerine gelen her emoyla yiyişebilirler. Erkek erkeğe, erkek-kıza, kız-kıza...
9. Bazı emo kızlarda metalci erkek tavlama güdüsü gelişmiştir. Bu kısım uzun saç fetişidir.
10. Dinledikleri şeyler başta H.I.M. olmak üzere, Anathema, Katatonia'nın yeni albümleri, Bullet For My Valentine, On Thorns I Lay, Falling Down Boy (!), Placebo (? bknz: "Ne alaka") gibi "duygusal çöküş" temalı gruplardır.
11. Her emo kız mutlaka gay birine aşık olduğunu zanneder. Ör: Ville Vallo.
12. Damalı pantolon, damalı gömlek, damalı bileklik, kısaca damalı herşey ilgi alanlarına girer ve bunları üstlerine giyerler. Mümkün olduğunca kırmızı-siyah-mor renkleri tercih ederler. Bunların hepsi aynı boyda (1.60), aynı kiloda (50), aynı saç şekline sahip (face-off), aynı ayakkabılar, aynı pantolonlar ve aynı gömlekler giyen, aynı bileklikleri takan, kısaca tamamen aynı insanlardır. Sözde karakterlerine kadar. bu yüzden emo avlamak çok kolaydır. Çok azdıysanız ve yapacak başka birşeyiniz yoksa yoldan geçen bi emo kızından sigara isteyerek bunu yapabilirsiniz. (Zira onlar birini kafalamak için hep bu yolu kullanırlar)
13. Bira içmek onlar için marifettir. 1 kutu alkolsüz (!) biradan sonra yamulurlar. Hiç olmazsa yamulmuş numarası yaparlar ki etrafındaki erkekler ya da kızlar bunları daha kolay yiyebilsin. Yaptıkları bütün saçmalıkları alkolün üzerine atabilirler böylece.
14. Zararlı maddeler kullanmak onlar için marifettir. Çünkü bu tip şeyler, bulunması çok zor birşeydir onlara göre.Buldukları şeyi de hazine gibi saklar, çok iyi bir halt yiyormuş gibi bunu yaptıktan sonra da "ben bilmemne içtim" diye bağırırarak dolaşırlar.
15. Kendilerinin dejenere olmadığını, böyle olmanın onların varoluşlarında olduğunu söylerler. 16. Metal kültürüyle punk çöplüğü arasında sıkışmış garibanlardır. Sağlam metal gruplarının melankolik parçalarını duyup onları da emo gruplar zannederler (Bknz: Opeth). Bu yüzden midir bilinmez, daha çok metalcilere yakın yerlerde takılırlar. Şekil 1 a: Moda sahili. (Geçen hafta bu civarda yüzlerce emo gördüğümü iddia etsem yalan söylemiş olmam heralde)
17. Kısaca punk'ların uzatılmış halidir. Biraz metalcilerden, biraz punklardan bişeyler alalım da şöyle ortaya karışık birşeyler yapalım mantığının ürünüdürler.
18. Bu tarzı çıkaran insan (!?) olarak Ville Vallo'yu gösterebiliriz. Fakat emoların bile yeni nesili pek tanımamaktır zat-ı muhteremi =)
19. Genellikle intihara meyillidirler. Öyle olmasalar bile "emo" yasaları gereği öyleymiş gibi davranırlar. 20. Fotoğraf çekerken beli başlı 3 pozları vardır. Birincisi işaret parmaklarını ve orta parmaklarını uztıp, diğerlerini bükerek (yani ellerine ***** şekli vererek) kafalarına dayarlar. İkincisi ellerine fotoğraf makinesini alarak kafalarına göre 80 derecelik bir açıyla tutarak kendilerini yukardan çekerler. Böylece kafaları karikatürlerdeki gibi kocaman çıkar gövdelerine göre. Komik olmaya çalıştıklarını düşünüyorum bu davranışla da.. Üçüncüsü ise artık klasikleşen şaşırma pozudur. Birşeye şaşırmış gibi yaparak tek ellerini açık olan ağızlarına kaparlar. Bu 3 poz şekli de emo olmanın altın kuralları arasındadır. Böyle pozları olmayan bir şahıs kendini emo olarak topluma kabul ettiremez.
18 Mart 2010 Perşembe
Yaşadıklarımdan Öğrendiğim Bir Şey Var
Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var:
Yaşadın mı, yoğunluğuna yaşayacaksın bir şeyi
Sevgilin bitkin kalmalı öpülmekten
Sen bitkin düşmelisin koklamaktan bir çiçeği
İnsan saatlerce bakabilir gökyüzüne
Denize saatlerce bakabilir, bir kuşa, bir çocuğa
Yaşamak yeryüzünde, onunla karışmaktır
Kopmaz kökler salmaktır oraya
Kucakladın mı sımsıkı kucaklayacaksın arkadaşını
Kavgaya tüm kaslarınla, gövdenle, tutkunla gireceksin
Ve uzandın mı bir kez sımsıcak kumlara
Bir kum tanesi gibi, bir yaprak gibi, bir taş gibi dinleneceksin
İnsan bütün güzel müzikleri dinlemeli alabildiğine
Hem de tüm benliği seslerle, ezgilerle dolarcasına
İnsan balıklama dalmalı içine hayatın
Bir kayadan zümrüt bir denize dalarcasına
Uzak ülkeler çekmeli seni, tanımadığın insanlar
Bütün kitapları okumak, bütün hayatları tanımak arzusuyla yanmalısın
Değişmemelisin hiçbir seyle bir bardak su içmenin mutluluğunu
Fakat ne kadar sevinç varsa yaşamak özlemiyle dolmalısın
Ve kederi de yaşamalısın, namusluca, bütün benliğinle
Çünkü acılar da, sevinçler gibi olgunlaştırır insanı
Kanın karışmalı hayatın büyük dolaşımına
Dolaşmalı damarlarında hayatın sonsuz taze kanı
Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var:
Yaşadın mı büyük yaşayacaksın, ırmaklara, göğe, bütün evrene karışırcasına
Çünkü ömür dediğimiz şey, hayata sunulmuş bir armağandır
Ve hayat, sunulmuş bir armağandır insana
Ataol Behramoğlu
Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var:
Yaşadın mı, yoğunluğuna yaşayacaksın bir şeyi
Sevgilin bitkin kalmalı öpülmekten
Sen bitkin düşmelisin koklamaktan bir çiçeği
İnsan saatlerce bakabilir gökyüzüne
Denize saatlerce bakabilir, bir kuşa, bir çocuğa
Yaşamak yeryüzünde, onunla karışmaktır
Kopmaz kökler salmaktır oraya
Kucakladın mı sımsıkı kucaklayacaksın arkadaşını
Kavgaya tüm kaslarınla, gövdenle, tutkunla gireceksin
Ve uzandın mı bir kez sımsıcak kumlara
Bir kum tanesi gibi, bir yaprak gibi, bir taş gibi dinleneceksin
İnsan bütün güzel müzikleri dinlemeli alabildiğine
Hem de tüm benliği seslerle, ezgilerle dolarcasına
İnsan balıklama dalmalı içine hayatın
Bir kayadan zümrüt bir denize dalarcasına
Uzak ülkeler çekmeli seni, tanımadığın insanlar
Bütün kitapları okumak, bütün hayatları tanımak arzusuyla yanmalısın
Değişmemelisin hiçbir seyle bir bardak su içmenin mutluluğunu
Fakat ne kadar sevinç varsa yaşamak özlemiyle dolmalısın
Ve kederi de yaşamalısın, namusluca, bütün benliğinle
Çünkü acılar da, sevinçler gibi olgunlaştırır insanı
Kanın karışmalı hayatın büyük dolaşımına
Dolaşmalı damarlarında hayatın sonsuz taze kanı
Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var:
Yaşadın mı büyük yaşayacaksın, ırmaklara, göğe, bütün evrene karışırcasına
Çünkü ömür dediğimiz şey, hayata sunulmuş bir armağandır
Ve hayat, sunulmuş bir armağandır insana
Ataol Behramoğlu
YILAN KALESİ

Yılankale ortaçağda Çukurova'nın Haçlı işgali döneminde 12. yy'da Ceyhan Nehri kenarındaki hakim tepeye yaptırılmıştır. Hem ovayı hem de tarihi İpek yolunu kontrol etmiş, bulunduğu doğal kaynaklarla bütünleşmiştir. Sağlam surları kale meydanına, üç kapıdan sonra ulaşılabilmesi ve kapıları birbirine bağlayan portatif merdivenlerin kullanılmış olması ile fethedilmesi çok güçleştirilmiştir. Ramazanoğlu Beyliği döneminde 1357'den itibaren terk edilen kalenin adı Kovara iken ünlü Türk gezgini Evliya Çelebi 17. yy' da yörede Şahmaran Efsanesinden dolayı Şahmaran Kalesi adını vermiştir. Daha sonra Yılankale adını alan kale Anavarza, Tumlu ve Kozan Kalelerinin görüş ve alanı içinde yer almaktadır. Ceyhan Nehri kıyısında Misis'in kuzeydoğusundadır. Dört cepheli olan kalenin çevresi 700 metredir. Araları mazgallı olan sekiz burç ikişer katlıdır. Sarp kayalar üzerine yapılmış olan kalenin önemli bir sanat değeri vardır. Yol tarafında yukarı doğru açılan büyük bir kapısı olup, burası mazgallarla korunur. Kapıdan düz bir meydan olan kale iç sahasına girilir. Buradan gitmek istenilen yere düzgün merdivenlerle ulaşılır.
15 Mart 2010 Pazartesi
BİR AN İÇİNDE...

Bazen bir an, bir kısacık an boyunca söylediğimiz ya da söyleyemediğimiz, yaptığımız ya da yapamadığımız, küçük, var olduğu anın dışından bakıldığında çok önemsiz görünen bir şey nasıl da değiştiriyor hayatımız…
Hayatın akış yönünün bir mecradan başka bir mecraya doğru değişmesinin zaman zaman fazla kolay olduğu sıklıkla görsek bile bu değişiklik, ‘’An’’a sıkışıp kalmış küçük bir söz ya da davranış yüzünden meydana geldiğinde, kavrayabildiğimiz tek gerçek, bir şeylerin değişmiş olduğu oluyor; hangi sebeple değiştiği değil…
İnsanoğlunun gözleri büyük olayları seçmeye programlı sanki zihnin, olayları değerlendiren kısmı, yetkin anlara saplanıp kalırken aslında inanılması çok güç bir yetersizliğin kurbanı oluyor sürekli…
O gün şunu söyleseydik her şey yolunda giderdi, bunu yapabilsek yolunda giderdi, ‘’GİTME’’ deseydik birilerine ya da ‘’ ARTIK GİTMEN GEREKİYOR’’ diyebilseydik; bir an içinde yaptıklarımızı o bir ‘’an’’dan sonra görüp hayatın bu acımasız ve genellikle geri dönüşü olmayan dar zamanlarının ardından her defasında aynı acıyı çekmezdik belki…
‘’AN’’ları görmelisiniz dakikalardan, saatlerden önce; ‘’AN’’lar sizi uşaklaştırıyor etrafınızdan, Allah’tan kendinizden; kurduklarınızı kaybettiğiniz o ‘’AN’’larla geriliyorsunuz ilerleyen zaman içinde…
Şeyhmus DURUŞKAN
Hayatın akış yönünün bir mecradan başka bir mecraya doğru değişmesinin zaman zaman fazla kolay olduğu sıklıkla görsek bile bu değişiklik, ‘’An’’a sıkışıp kalmış küçük bir söz ya da davranış yüzünden meydana geldiğinde, kavrayabildiğimiz tek gerçek, bir şeylerin değişmiş olduğu oluyor; hangi sebeple değiştiği değil…
İnsanoğlunun gözleri büyük olayları seçmeye programlı sanki zihnin, olayları değerlendiren kısmı, yetkin anlara saplanıp kalırken aslında inanılması çok güç bir yetersizliğin kurbanı oluyor sürekli…
O gün şunu söyleseydik her şey yolunda giderdi, bunu yapabilsek yolunda giderdi, ‘’GİTME’’ deseydik birilerine ya da ‘’ ARTIK GİTMEN GEREKİYOR’’ diyebilseydik; bir an içinde yaptıklarımızı o bir ‘’an’’dan sonra görüp hayatın bu acımasız ve genellikle geri dönüşü olmayan dar zamanlarının ardından her defasında aynı acıyı çekmezdik belki…
‘’AN’’ları görmelisiniz dakikalardan, saatlerden önce; ‘’AN’’lar sizi uşaklaştırıyor etrafınızdan, Allah’tan kendinizden; kurduklarınızı kaybettiğiniz o ‘’AN’’larla geriliyorsunuz ilerleyen zaman içinde…
Şeyhmus DURUŞKAN
14 Mart 2010 Pazar
???

FAHRİYE ABLA
Hava keskin bir kömür kokusuyla dolar,
Kapanirdi daha gün batmadan kapilar.
Bu, afyon ruhu gibi baygin mahalleden,
Hayalimde tek çizgi bir sen kalmissin, sen!
Hülyasindaki genis aydinliga gülen
Gözlerin, dislerin ve ak pak gerdaninla
Ne güzel komsumuzdun sen, Fahriye Abla!
Eviniz kutu gibi küçücük bir evdi,
Sarmasiklarla balkonu örtük bir evdi;
Günesin batmasina yakin saatlerde
Yikanirdi gölgesi kuytu bir derede.
Yaz, kis yesil bir saksi itir pencerede;
Bahçende akasyalar açardi baharla.
Ne sirin komsumuzdun sen, Fahriye Abla!
Önce upuzun, sonra kesik saçin vardi;
Tenin bugdaysi, boyun bir basak kadardi.
Içini giciklardi bütün erkeklerin
Altin bileziklerle dolu bileklerin.
Açilirdi rüzgârda kisa eteklerin;
Açik saçik sarkilar söylerdin en fazla.
Ne çapkin komsumuzdun sen, Fahriye Abla!
Gönül verdin derlerdi o delikanliya,
En sonunda varmissin bir Erzincanliya.
Bilmem simdi hâlâ bu ilk kocanda misin,
Hâlâ daglari karli Erzincan’da misin?
Birak, geçmis günleri gönlüm hatirlasin;
Hâtirada kalan sey degismez zamanla,
Ne vefali komsumuzdun sen, Fahriye Abla!
Ahmet Muhip Diranas
13 Mart 2010 Cumartesi
GAZİANTEP KALESİ
Gaziantep Kalesi, Türkiye'de ayakta kalan târihi kalelerin en güzel örneklerinden biridir. Gaziantep'in merkezindeki bir tepeye kurulmuş olan kale, artık ilin bir simgesi hâline gelmiştir. Ne zaman inşa edildiği bilinmemekle birlikte, Roma döneminde gözlem amaçlı kullanıldığı bilinmektedir. Kale tarih boyunca bir çok kez tamir edilmişitir. Kale son halini 5 yıl önce yapılan bir onarımda almıştır ve de hala ayni guzelligini korumaktadir.ayrica müzesinde de cok degerli tarihi yapitlar barindirmaktadir.
Kale, daire biçiminde olup, çevresi 1200 metredir. Duvar taş bloklardan yapılmış olup, 12 kulesi ve burçları vardır. Kale, günümüzde "Gaziantep Savunması ve Kahramanlık Panoraması Müzesi" olarak kullanılmaktadır.
Kale, daire biçiminde olup, çevresi 1200 metredir. Duvar taş bloklardan yapılmış olup, 12 kulesi ve burçları vardır. Kale, günümüzde "Gaziantep Savunması ve Kahramanlık Panoraması Müzesi" olarak kullanılmaktadır.
HATAY HARBİYE ŞELALESİ
Hatay'a 7 km uzaklıktaki Harbiye, Hatay'a giden turistlerin en çok beğendiği yerlerin başında gelir. Konumu itibari ile Ortadoğu’yu Türkiye’ye bağlayan yol üstünde bulunduğundan bu ülkelerden gelen turistlerin hem uğrak yeri, aynı zamanda konaklama ve eğlence yeri olmakla birlikte bölgenin en güzel piknik yeridir. Her taraf yeşillik ve bol suları ile adeta cenneti andırır. Her türlü sebze ve meyvelerin bol yetiştiği Harbiye, son yıllarda çok sayıda turist akınına uğramaktadır. Lokantaları, turistik otelleri, pansiyonları ve eğlence yerleri büyük bir gelişme göstermiştir. Yaz aylarında otel ve pansiyonların haricinde halkın bir kısmı, yabancı turistlere evlerinin bir bölümünü kiraya vererek artan turist potansiyelini karşılamaya çalışmaktadır. Konaklama ve yeme-içme tesislerinin haricinde Harbiye şelaleler bölgesinde yazlık olarak yeşillikler ve çağlayanlar arasında yeme-içme tesisleri bulunur. Görülmesi gereken yerlerden biri bence...
12 Mart 2010 Cuma
Bütün mesele yürekte

Tahirle Zühre Meselesi
Tahir olmak da
ayip degil Zühre olmak da hattâ sevda yüzünden ölmek de ayip degil,
bütün is Tahirle Zühre olabilmekte
yani yürekte.
Meselâ bir barikatta dövüserek
meselâ kuzey kutbunu kesfe giderken
meselâ denerken damarlarinda bir serumu
ölmek ayip olur mu?
Tahir olmak da ayip degil Zühre olmak da
hattâ sevda yüzünden ölmek de ayip degil.
Seversin dünyayi doludizgin
ama o bunun farkinda degildir
ayrilmak istemezsin dünyadan
ama o senden ayrilacak
yani sen elmayi seviyorsun diye
elmanin da seni sevmesi sart mi?
Yani Tahiri Zühre sevmeseydi artik
yahut hiç sevmeseydi
Tahir ne kaybederdi Tahirliginden?
Tahir olmak da ayip degil Zühre olmak da
hattâ sevda yüzünden ölmek de ayip degil.
Nazim Hikmet
11 Mart 2010 Perşembe
10 Mart 2010 Çarşamba
ÇALIŞAMIYORUZ...

Hayat olmasa ölüm de olmayacaktı, yaşadıkça ölüme yaklaşmanın bilgisiyle korkmayacak, ona bir anlam katmak için böyle çırpınmayacaktık. Başladığımız seferde yolumuza çıkanlarla, payımıza düşenlerle, rast geldiklerimizle, bizle gelen, bizimle kalan veya bizi bekleyenlerle yürüyüp gitmekle yetinmekten böylesine huzursuz olmadan akıp gidecektik sonsuza doğru.Ama o sonsuzda kaybolmaktan öyle dehşete düşüyoruz ki belki yüzlerce kez kayboluyoruz henüz yoldayken, başarısızlık, mutsuzluk, tatminsizlik, sevgisizlik saydığımız şeylerle. Asıl anlamın nerede ve nelerde olduğunu anlamadan kendimizce değerler yüklüyoruz çok zaman hiçbir mana taşımayan şeylere ya da haketmeyen kişilere.Yeteneklerimizi kutsallaştırıyor, sevdiklerimizi ilahlaştırıyor, başarılarımıza tapıyoruz; gittikçe ruhumuz yoksullaşıyor, görmüyoruz. Sadece hoşlandığımız için bir şeyler yapmanın zevkiyle, birisini zaaflarıyla sevmenin gerçekliğiyle, kendimizi başkalarına ispatlamanın değil sahiden değer taşıdığımızı bilmenin huzuruyla mutlu olmayı öğrenmiyoruz.Sevgilerimiz bile sahte; doğaçlama, içimizden geldiği gibi aşık olmuyoruz birilerine, aslında kendi varoluşumuza, kendi hayatımıza mana vermek için seçip kullanıyoruz onları. O zaman da ya bir şeyler talep ediyoruz 'sevdiklerimizden' ya kendi istediğimiz şekli verip yeniden yaratmaya çalışıyoruz. Hem kendimizi kandırıyoruz hem karşımızdakini, sonra aşkların sığlığından söz ediyoruz.O manayı biz yüklüyorsak eğer, "Bir insanı sevmekse en yüksek anlam, pekala bir gemiyi o insanmış gibi kutsayarakta yaşayamaz mıyız?" gibi sorduğu Herman Melville'i anlatan Ali Bayburt' un, artık gözlerimizi açmanın, değeri hakiki olanı ayırt etmenin vakti çoktan gelmiş olmalı değil midir? Bir mana ararken manasızlığa düşmenin zavallılığından korunmak için. Çünkü "Kaçmak, kaçtıklarına yakalanmaktır bazen!" Yakup Kadri' nin, Hikmet Bey' inin başına geldiği gibi...
Rengin Soysal
9 Mart 2010 Salı
Ortak nedenler
İspanyadaki 550 yıllık El Hamra Sarayı

İspanya’daki 550 yıllık El Hamra Sarayı’nın duvar ve tavanında gizli 10 bin Arapça şiir ve özlü söz bulundu. İspanya’nIn en çok ziyaret edilen turistik mekanı El Hamra’yı yüzyıllardır gezenler, tavandaki ve duvarlardaki İslam sanatının en güzel örneklerinden olan süslemelerle kendilerini 1001 Gece Masalları’nın bir kahramanı sanıyordu. Geometrik şekiller ve çiçek desenlerin bulunduğu süslemeleri inceleyen İspanyol bilim adamları İspanya’nın Müslümanlar’ın kontrolünde olduğu 14’üncü yüzyılda Nasiri Devleti’nin inşa ettiği sarayın şifrelerini ortaya çıkardı.
Dünyanı son günü olsaydı ne yapardınız

Dünyanın Son Günü Olsaydı Ne Yapardınız? Amerika' da bir Üniversitede , Profesör derse şöyle başlamış. : - "Düşünün ki bugün Dünyanın son günü. Yarın bu saatte her şey bitecek. Kurtuluş şansınız yok. Bugün ne yapardınız?" Tüm öğrencilerden bir çok değişik cevap gelmiş: - İbadet eder Tanrıdan günahlarımı affetmesini dilerdim, - Tüm sevdiklerimle vedalaşırdım, - Ailemle zamanımı geçirirdim, - Anneme veya Babama giderdim, - Arkadaşlarımla yarım saat eski günlerdeki gibi basket oynardım, - Barbekü partisi yapardım, - Sevgilimle son ana kadar sevişirdim, - Tüm sevdiğim yemekleri son bir defa yerdim. - Yatar uyurdum. - Ormanda son defa dolaşırdım, - Güneşin doğuşunu ve batışını son defa seyrederdim. - Akşam yıldızları seyrederdim. - En sevdiğim yemeği hazırlar tüm sevdiklerimi akşam yemeğe davet ederdim. - Piknik yapardım, - Hayatta en çok gitmek istediğim yere gider orda ölümü beklerdim, - Jet uçağına binerdim, - Üzdüklerimi arar özür dilerdim beni affetmesini isterdim vb.......... . Hoca bütün hepsini tahtaya yazmış. Sonra gülerek ; -Çocuklar bunları yapmak için dünyanın son günü olması şart mı.?
7 Mart 2010 Pazar
BİR HİKÂYE

Bir hikâye olsun, hayatın, aşkın, ilişkilerin tüm sıradanlıkların paylaşılamadığı… Günlük hayatın birlikte yaşanamadığı, birbirlerine kaç kez dokunulduğunun hafızalardan çıkmadığı, hayallerin, gerçeklerin üstünü hafif ancak büyük bir örtüyle kapladığı bir hikâye… Hep akılda büyütülen, kalbin ve beynin kafa kafaya verip yarattığı ‘’SEN’’ ve senle yaşamak üzere kurulan hayaller… Gerçeklemedikçe artan tutku ve yakınlaşmadıkça daha da ulaşılmaz bir değere sahip olması her şeyin…
İşte hikâye bu. Kendinde yaratmak, kendinde büyütmek ve kendinde kaybetmek… Bir şeyin yapılabilir olduğunu görmekle birlikte gelen, değerinin kaybolması hali… Aynı şekilde gerçekleşmedikçe değerinin paha biçilmez olması gibi…
Birde başka bir noktası var tüm bu hikâyenin… Her şeyin kelimelere adandığı bir hikâye bu…
Verilen sözler hep bize özel, sadece bizim bildiğimiz. Hayatımızdaki diğer insanlara inat… Sanki biz paylaştıkça bir gizi, daha da dayanılmaz olacakmışçasına her şey… Ama öyle bir an var ki; ne varsa vazgeçtiğin, ‘’GEL’’ dese artık gitmeyeceğin… Hadi diyelim, verdin o kararı, uzaklaştıracaksın artık kendinden. Önce sen! Sen başladığın o noktaya geri adım atmadan olduğun yerde durup, mümkün olan en duygusuz haline bürünüp, elinle ‘’GELME’’ diyeceksin. ‘’DAHA FAZLA GELME.’’ Ve aslında bilmeyeceksin ki, o an onu kendine en çok yakınlaştırdığın anın başlangıcı olacak. Ya da belki bileceksin, hatta bunu isteyeceksin tutkulu ve arsız bir biçimde. Onda olmayan ama istediğin özellikleri onun üzerine yapıştırmakta üstüne olmayacak! Bu işi en iyi sen yapıyor olacaksın. Bir güzel yarattığın ‘’O’’ nda göremeyince gerçek halini hayal kırıklığını da bir yerlerden tanıyor olacaksın. Ve bu yüzden susacaksın, isyan etmeye hakkın olmadığını gayet iyi bilerek…
Şeyhmus DURUŞKAN
KADINLAR GÜNÜ DERİZDE HANGİMİZ TARİHÇESİNİ BİLİRİZ ACABA
KADINLAR GÜNÜNÜN TARİHÇESİ
Anneler günü aslında bir çocuğun , Anna'nın kendi annesini anmasının bir yolu olarak başlamıştı. 12 yaşındayken 12 Mayıs 1907'de kilisede annesinin anısına bir tören düzenlenmesini sağladı. Takip eden yıl boyunca politikacılara ve rahiplere mektuplar yazarak bu günün gelenekselleştirilmesi isteğinde bulundu. 1908 yılı içinde Mayıs ayının ikinci Pazar gününün Amerika'daki tüm eyaletlerde Anneler Günü olarak kutlanmasına karar verildi. Artık anneler günü resmi bir gün olmuştu.
Bugün alışageldiğimiz "anneler günü" anlamında olmasa da anneler için yapılan kutlamalar Sümerlere dek dayandırılabilir. Matriyarkal (anaerkil) düzenin hüküm sürdüğü tarihin ilkçağlarından bu yana İştar, Kybele, Rhea ve daha bir çok yerel ve dönemsel isimlerle analık, doğurganlık niteliğiyle ön plana çıkmış ve doğanın uyandığı, yeniden doğduğu bahar mevsimi ile özdeşleşmiştir. Her bahar coşkulu kutlamalar ve sunularla bir gelenek halini alarak binlerce yıl kesintisiz olarak sürmüştür.
Daha yakın tarihlere uzanacak olursak, günümüzden birkaç yüzyıl önce 1600'lü yıllarda İngilizler arasında "mothering sunday" adı ile, lent döneminin 4. Pazar günü kutlamalar yapılmaya başlandı.
Anneler günü 1911 yılına gelindiğinde hemen hemen her ülkede kutlanmaya başlanmıştı. 1914 yılında ABD başkanı Wilson tarafından resmi bir açıklamayla Mayıs ayının ikinci pazarı Anneler Günü olarak duyuruldu.
Böylece Mezopotamya ve Anadolu uygarlıklarının binlerce yıl önce başlattığı gelenek 20. yüzyılın başından itibaren dünya çapında kabul görmüş oldu.
Anneler günü aslında bir çocuğun , Anna'nın kendi annesini anmasının bir yolu olarak başlamıştı. 12 yaşındayken 12 Mayıs 1907'de kilisede annesinin anısına bir tören düzenlenmesini sağladı. Takip eden yıl boyunca politikacılara ve rahiplere mektuplar yazarak bu günün gelenekselleştirilmesi isteğinde bulundu. 1908 yılı içinde Mayıs ayının ikinci Pazar gününün Amerika'daki tüm eyaletlerde Anneler Günü olarak kutlanmasına karar verildi. Artık anneler günü resmi bir gün olmuştu.
Bugün alışageldiğimiz "anneler günü" anlamında olmasa da anneler için yapılan kutlamalar Sümerlere dek dayandırılabilir. Matriyarkal (anaerkil) düzenin hüküm sürdüğü tarihin ilkçağlarından bu yana İştar, Kybele, Rhea ve daha bir çok yerel ve dönemsel isimlerle analık, doğurganlık niteliğiyle ön plana çıkmış ve doğanın uyandığı, yeniden doğduğu bahar mevsimi ile özdeşleşmiştir. Her bahar coşkulu kutlamalar ve sunularla bir gelenek halini alarak binlerce yıl kesintisiz olarak sürmüştür.
Daha yakın tarihlere uzanacak olursak, günümüzden birkaç yüzyıl önce 1600'lü yıllarda İngilizler arasında "mothering sunday" adı ile, lent döneminin 4. Pazar günü kutlamalar yapılmaya başlandı.
Anneler günü 1911 yılına gelindiğinde hemen hemen her ülkede kutlanmaya başlanmıştı. 1914 yılında ABD başkanı Wilson tarafından resmi bir açıklamayla Mayıs ayının ikinci pazarı Anneler Günü olarak duyuruldu.
Böylece Mezopotamya ve Anadolu uygarlıklarının binlerce yıl önce başlattığı gelenek 20. yüzyılın başından itibaren dünya çapında kabul görmüş oldu.
KADINLARIN VARLIĞI VE ???
HOŞGELDİN KADINIM
Hoş geldin kadınım benim hoş geldin
yorulmuşsundur;
nasıl etsemde yıkasam ayacıklarını
ne gül suyum ne gümüş leğenim var,
susamışsındır;
buzlu şerbetim yok ki ikram edeyim
acıkmışsındır;
beyaz ketenli örtülü sofralar kuramam
memleket gibi yoksuldur odam.
Hoş geldin kadınım benim hoş geldin
ayağını basdın odama
kırk yıllık beton, çayır çimen şimdi
güldün,
güller açıldı penceremin demirlerinde
ağladın,
avuçlarıma döküldü inciler gönlüm gibi zengin
hürriyet gibi aydınlık oldu odam
... Hoş geldin kadınım benim hoş geldin.
NAZIM HİKMET
Hoş geldin kadınım benim hoş geldin
yorulmuşsundur;
nasıl etsemde yıkasam ayacıklarını
ne gül suyum ne gümüş leğenim var,
susamışsındır;
buzlu şerbetim yok ki ikram edeyim
acıkmışsındır;
beyaz ketenli örtülü sofralar kuramam
memleket gibi yoksuldur odam.
Hoş geldin kadınım benim hoş geldin
ayağını basdın odama
kırk yıllık beton, çayır çimen şimdi
güldün,
güller açıldı penceremin demirlerinde
ağladın,
avuçlarıma döküldü inciler gönlüm gibi zengin
hürriyet gibi aydınlık oldu odam
... Hoş geldin kadınım benim hoş geldin.
NAZIM HİKMET
6 Mart 2010 Cumartesi
Amatör felsefe

Gidişatla eş zamanlı kaosla sürüklenen, benliğimizdekileri hapis altına alan ve hafızalarda, muhakemelerde zuhur eden bir durum .içinde olduğumuz şey buna benziyor.Bu nasıl bir ortam deyip gülümsemekten alamıyorum kendimi daima, ama bunu her ’’an’’ birimlerim için söylemekten kaçınacağım maalesef.Bu bohemlik bu keşmekeş bu tiyatro belki bitecek belki de bitişi bizim için başlangıç olacak.’’Tin, erişebileceği en yüksek heyecan perdesinde artık sadece içinde bulunduğu anı tanır. Geçmiş ve gelecek yoktur, ne anılar kalmıştır ne de beklentiler’’.Mükemmelliği hem izafi hem de hislerin doyumu olarak düşünüyorsak burada biraz duralım.Bir kere mükemmeliyeti mükemmel eden onun ulaşılamaz olmasıysa neden arıyoruz?.Dünya biraz daha kötü olsaydı inanın ki üstesinden gelemezdik. Yaşam, can sıkıntısı ile acının arasında sallanarak gidip gelen mi?.İstenç insanda olan tek şeydir ve irade karşısındaki önceliğini daima korumaya çalışır, ona karşı sözün hakkını vermek istersek zayıftır diyebiliriz.Bir insanı öteki hayvan türlerinden ayıran duyarlılığın ve hatta daha yüksek derecede bulunan öteki iki fizyolojik temel kuvvet karşısındaki önceliğini yadsımadan düşünürsek; bir nesneyi ancak ona karşı şiddetli bir ilgiyle, istencini uyararak yani o nesneye yönelik kişisel ilgi duyarak elde edebilir diyebilme olasılığımız sözüm ona artar malesef.Hayat acıdır .Ama istencin her kalıcı uyarılması en azından karışık türdendir; yani acıyla bağlantılıdır.Bazen bir soru kütüphaneler kapatır.konuşmak değil tek bir soru sormak istiyorum…ANLAMIYORUM,DÜNYADAKİ KÖTÜLÜKLER NEDEN İYİLİKLERDEN DAHA FAZLA?
Salih Meşe
Anlar

Eğer, yeniden başlayabilseydim yaşamaya,
İkincisinde, daha çok hata yapardım.
Kusursuz olmaya çalışmaz, sırtüstü yatardım.
Neşeli olurdum, ilkinde olmadığım kadar,
Çok az şeyi
Ciddiyetle yapardım.
Temizlik sorun bile olmazdı asla.
Daha çok riske girerdim.
Seyahat ederdim daha fazla.
Daha çok güneş doğuşu izler,
Daha çok dağa tırmanır, daha çok nehirde yüzerdim.
Görmediğim bir çok yere giderdim.
Dondurma yerdim doyasıya ve daha az bezelye.
Gerçek sorunlarım olurdu hayali olanların yerine.
Yaşamın her anını gerçek ve verimli kılan insanlardandım ben.
Yeniden başlayabilseydim eğer, yalnız mutlu anlarım olurdu.
Farkında mısınız bilmem. Yaşam budur zaten.
Anlar, sadece anlar. Siz de anı yaşayın.
Hiçbir yere yanında termometre, su, şemsiye ve paraşüt almadan,
Gitmeyen insanlardandım ben.
Yeniden başlayabilseydim eğer, hiçbir şey taşımazdım.
Eğer yeniden başlayabilseydim,
İlkbaharda pabuçlarımı fırlatır atardım.
Ve sonbahar bitene kadar yürürdüm çıplak ayaklarla.
Bilinmeyen yollar keşfeder, güneşin tadına varır,
Çocuklarla oynardım, bir şansım olsaydı eğer.
Ama işte 85'indeyim ve biliyorum...
ÖLÜYORUM...
Jorge Luis BORGES
İkincisinde, daha çok hata yapardım.
Kusursuz olmaya çalışmaz, sırtüstü yatardım.
Neşeli olurdum, ilkinde olmadığım kadar,
Çok az şeyi
Ciddiyetle yapardım.
Temizlik sorun bile olmazdı asla.
Daha çok riske girerdim.
Seyahat ederdim daha fazla.
Daha çok güneş doğuşu izler,
Daha çok dağa tırmanır, daha çok nehirde yüzerdim.
Görmediğim bir çok yere giderdim.
Dondurma yerdim doyasıya ve daha az bezelye.
Gerçek sorunlarım olurdu hayali olanların yerine.
Yaşamın her anını gerçek ve verimli kılan insanlardandım ben.
Yeniden başlayabilseydim eğer, yalnız mutlu anlarım olurdu.
Farkında mısınız bilmem. Yaşam budur zaten.
Anlar, sadece anlar. Siz de anı yaşayın.
Hiçbir yere yanında termometre, su, şemsiye ve paraşüt almadan,
Gitmeyen insanlardandım ben.
Yeniden başlayabilseydim eğer, hiçbir şey taşımazdım.
Eğer yeniden başlayabilseydim,
İlkbaharda pabuçlarımı fırlatır atardım.
Ve sonbahar bitene kadar yürürdüm çıplak ayaklarla.
Bilinmeyen yollar keşfeder, güneşin tadına varır,
Çocuklarla oynardım, bir şansım olsaydı eğer.
Ama işte 85'indeyim ve biliyorum...
ÖLÜYORUM...
Jorge Luis BORGES
5 Mart 2010 Cuma
Goethe
Hiçbir insan,
kollarında bir çocuk tutan anne kadar çekici
ve
birkaç çocuk arasındaki bir anne kadar
saygıya layık değildir.
kollarında bir çocuk tutan anne kadar çekici
ve
birkaç çocuk arasındaki bir anne kadar
saygıya layık değildir.
Beynin sağı ve solu
4 Mart 2010 Perşembe
Üstün İnsan
Aynı Dili Konuşmak

Kimseyi değiştiremezsin hayatta. Ve kimse için de değişmemelisin. Kimliğini kaybettiğin an yaşamını çöpe attın demektir. İstemediğin sürece hiçbir şey için ödün vermeyeceksin hayatta. Gün gelir verecekbir şeyin kalmaz çünkü. Her şeyi sen istediğin için yapacaksın, başkasısenden istediği için değil. V...e sen, sen olarak kaldığın sürece seninyanında olanlar da mutlu olacaktır. Bırak hayatına eşlik etmekisteyenler gelsin seninle. Yolun bitimine kadar gelmeleri şart değil.Herkesin gidebileceği bir yol vardır. Sen yeter ki yanında yer ayırmayıbil. Ne sen kimse için mecburi istikametsin, ne de bir başkası seniniçin… Seninle gelmek isteyenleri yanına al. Belki beraber daha çok şeykatabilirsiniz bu hayata. Yanındaki seni mutlu ettiği sürece kalsınhayatında, zorlama kendini. Hayat rahat insanlarla güzel. Ve hayat hakettiği gibi yaşandığında güzel.....
3 Mart 2010 Çarşamba
Edebiyat ve sonsuzluk...

Edebiyat, acıyı teselli eder. Gadre uğrayan doğanın ve insanın yanında durur. Nesillerden nesillere geçen, adeta taşlaşmış acıları insanın yüreğinden ve zihninden çözüp çıkarmaya çalışır. Yazının gücü, acının gücünü alt edebilecek tek eylemdir bence. Edebiyatın tesellisi, acıyı – en azından - tahammül edilebilir sınırlara çeker...
Rilke...

Uyuyan herkes çocukluğuna döner. Belki de bu yüzden, yani uyurken yaşadığımızın bilincinde olmadığımız için, kimseye kötülük de yapamayız – en gözü dönmüş cani, kendinden başkasını gözü görmeyen en bencil insan bile, ne olursa olsun uyuduğu sürece doğanın büyüsüyle kutsal bir varlığa dönüşür. Uyuyan bir insanı öldürme...kle bir çocuğu öldürmek arasında büyük bir fark görmüyorum...
En çok kimi seversiniz???

2 Mart 2010 Salı
semerkant

1. KİTABIN KONUSU :
Ömer Hayyam ‘ ın Semerkant ‘ a gelişi ; burada yaşadıkları ve tarihe damgasını vuran eserinin oluşması.
2. KİTABIN ÖZETİ :
Roman 11. yy’da yaşamış olan İranlı bilge ozan ömer Hayyam ‘ ın hayatı ve Rubaiyat ‘ ının öyküsünü anlatmaktadır.
Kitap iki bölümden oluşmaktadır. Ömer Hayyam bilgeliğiyle ve şairliğiyle her tarafta tanınan birisiydi. Onun tüm hayali Semerkant‘ı görmek , oranın güzelliğini keşfetmekti. Gittiği yerde başından geçen birtakım olaylar sonucunda kadıyla tanışması ve onun tavsiyesi üzerine eserini bir kitapta toplar. Onun bu şairane ve bilge kişiliği kendisinin devletin en üst kademesine kadar yükseltir. Herkesin takdirini toplar ve kitabını her türlü koşullara rağmen tamamlar.
Kitabın ikinci bölümünde de Benjamin Omer adındaki bir Ömer Hayyam hayranı bu şaheseri bulmak için birçok zorlu yoldan geçer ve macera kitabın Titanic gemisinde kaybolmasıyla son bulur.
Ömer Hayyam ‘ ın Semerkant ‘ a gelişi ; burada yaşadıkları ve tarihe damgasını vuran eserinin oluşması.
2. KİTABIN ÖZETİ :
Roman 11. yy’da yaşamış olan İranlı bilge ozan ömer Hayyam ‘ ın hayatı ve Rubaiyat ‘ ının öyküsünü anlatmaktadır.
Kitap iki bölümden oluşmaktadır. Ömer Hayyam bilgeliğiyle ve şairliğiyle her tarafta tanınan birisiydi. Onun tüm hayali Semerkant‘ı görmek , oranın güzelliğini keşfetmekti. Gittiği yerde başından geçen birtakım olaylar sonucunda kadıyla tanışması ve onun tavsiyesi üzerine eserini bir kitapta toplar. Onun bu şairane ve bilge kişiliği kendisinin devletin en üst kademesine kadar yükseltir. Herkesin takdirini toplar ve kitabını her türlü koşullara rağmen tamamlar.
Kitabın ikinci bölümünde de Benjamin Omer adındaki bir Ömer Hayyam hayranı bu şaheseri bulmak için birçok zorlu yoldan geçer ve macera kitabın Titanic gemisinde kaybolmasıyla son bulur.
Zeki MÜREN'e vefa gecesi...

Kaydol:
Kayıtlar (Atom)