Blog Listem

18 Nisan 2010 Pazar

Gelllllllllll köfte ekmeğe





ARKADAŞLARLA BİRLİKTE ÇOK GÜZEL BİR GÜN GEÇİRDİK ÖNCE KÖFTE
EKMEKLERİMİZİ YEDİK SONRA MİSKET Mİ DERSİNİZ HORON MU DERSİNİZ
HALAY MI DERSİNİZ ANLIYCAĞINIZ DÜN KEYİF BİZİMDİ....

Ophélia'ya Mektuplar...

Portekizli şair ve yazar Fernando Pessoa'nın nişanlısına yazdığı mektuplar onun sevgisine tanıklık etmenin yanı sıra gizlerini de açıyor.Ophelia'ya Mektuplar, Pessoa'nın özellikle yalnızlığını, kırgınlıklarını, sıkıntılarını, acılarını, kıskançlıklarını, ileriye dönük düşüncelerini sergiliyor.
"Küçük sevgilim, sevgili Bebeğim,Saat sabahın yaklaşık dördü, ağrılar içinde kıvranan bedenimin dinlenmeye ihtiyacı varken uyumaktan kesinlikle vazgeçtim. Üç gecedir bu böyle, ama bu gece hayatımda yaşadığım en berbat gecelerden biri. Bunu anlamana imkan yok küçük sevgilim, şanslısın sen. Uykumu kaçıran şey yalnız anjin ve iki dakikada bir şu berbat tükürme ihtiyacı değil. Ateşim yoktu ama sayıklıyordum, deliriyorum sanıyordum, bağırmak, haykırmak, birbirini tutmayan bin bir şey yapmak istiyordum. Bütün bunlar, hastalığın yarattığı kırıklığın doğrudan etkisiyle değil de dün bütün gün, ailemin gelişiyle ilgili olan ve çözümlenemeyen şeylerden sıkıldığım için oldu."

Ahmet HAMDİ TANPINAR VE HUZUR...

Ahmet Hamdi Tanpınar, 1901 İstanbul doğumlu. Babasının işi gereği, ilkokuldan liseye kadar Andolu’nun çeşitli şehirlerinde sürdürdü eğitmini. İstanbul Darülfünun Edebiyat bölümününden 1923′de mezun olduktan sonra Erzurum, Konya ve Ankara’da edebiyat öğretmenliği yaptı. İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi’nde dersler veren Tanpınar, İÜ Edebiyat Bölümü Tanzimat Edebiyatı kürsüsünde proesörlüğe seçildi. 1942-1946 yılları arasında Maraş milletvekili olduktan sonra yeniden eğitim hizmetine döndü, 1949 yılında İÜ Edebiyat Bölümü Yeni Türk Edebiyatı profesörlüğüne getirildi. 1962 yılında kalp rahatsızlığı sonucu ölen Ahmet Hamdi, çok sayıda şiir, hikaye, roman ve deneme yazmıştı.
Huzur yazarın en önemli yapıtlarunda olup, adı huzur olamsına karşın tam bir huzursuzluk romanıdır....

17 Nisan 2010 Cumartesi

Ne kadar da tatlı


Kurbağalar, dünyanın hemen her yanında rastlanan kara kurbağaları ile su kurbağalarını içeren, yaklaşık 2,000 türü bulunanikiyaşayışlılar takımı.Başlıca özellikleri tek bir öbek (kuyruklu kurbağalar) dışında erişkin dönemlerinde kuyrukları bulunmamasıyla nitelenen (bilimsel adları, kuyruksuzlar anlamındadır) kurbağalar takımı üyelerinin tümünde deri, öbür iki yaşayışlîlarda olduğu gibi incedir ve yaşamlarını sürdürebilmeleri için büyük ölçüde neme gereksinimleri vardır. Bazıları ağaçlarda, bazıları daha çok suda, ama türlerin büyük bölümü karada yaşar. Kara kurbağaları ve su kurbağalan büyük ölçüde birbirine benzemekle birlikte, kara kurbağalarının derileri daha kuru, bedenleri daha geniş ve yassıdır; sırtlarında kamburlar ve püzürler yer alır. Türlerin çoğu kurşunimsi yeşil ya da kahverengimsi renklerdedirler ama, çok değişik renkli türlere de rastlanır. Bütün türlerin bedenleri kısa, başları büyük,ağızlan geniş, türden türe farklı ölçülerde dışarı çıkabilen dillerinin ucu yapışkandır. Bacaklar iyi gelişmiş, daha çok su içinde yaşayan türlerde perdelidir. Arka ayaklardaki, öbür parmaklardan büyük ve güçlü 5. parmak, sıçrama ya da yüzme sırasında itici gücü sağlar. Akciğerleri bulunmasına karşın, kaburgaları ve solunum kasları bulunmadığından akciğerlerini büzüp-şişiremez, kapalı tuttukları ağızlarında, körüğe benzer boğazlarının hareketiyle soluk alıp verirler. Birçok türün bedeni, zehirli, tahriş edici bir salgıyla örtülüdür. Erişkinlerden çok farklı olan ve *iribaş diye adlandırılan larvalar, bütünüyle suda yaşar, çeşitli evrelerden geçen tam başkalaşma sonucunda sudan çıkar ve kuyruklarını düşürerek erişkine dönüşürler. İribaşlar daha çok su bitkileriyle, erişkinlerse özellikle böceklerle beslenirler.

NİETZSCHE'DEN SEÇMELER


ÖLÜMÜN SON İYİLİĞİ BİR DAHA ÖLÜMÜN OLMAMASIDIR.

BENİ ÖLDÜRMEYEN ŞEY BENİ GÜÇLENDİRİR

KENDİ ALEVLERİNİZDE YANMAYA HAZIR OLMALISINIZ: ÖNCE KÜL OLMADAN KENDİNİZİ NASIL YENİLEYEBİLİRSİNİZ?

ÜMİT EN SON KÖTÜLÜKTÜR, ÇÜNKÜ İŞKENCEYİ UZATIR.

İNSAN RUHU YAPTIĞI SEÇİMLERLE BELİRLENİR.

ÖZDEYİŞLER HÂLİNDE VE KANIYLA YAZAN KİMSE OKUNMAYI DEĞİL, EZBERLENMEYİ İSTER.

BİLGİ ERMİŞLERİ OLMAK ELİNİZDEN GELMİYORSA, HİÇ DEĞİLSE BİLGİ SAVAŞÇILARI OLUN.

VE CEZA, SALDIRGAN İÇİN AYNI ZAMANDA BİR HAK VE ŞEREF OLMAZSA, CEZANIZ EKSİK OLSUN!

YELE KARŞI TÜKÜRMEKTEN SAKININIZ!

PEKİ SİZ, DOSTLAR, BEĞENİ VE BEĞENME TARTIŞILMAZ MI DİYORSUNUZ? FAKAT BÜTÜN HAYAT BEĞENİ VE BEĞENME ÜSTÜNE BİR TARTIŞMADIR!

KENDİN ALABİLECEĞİN BİR HAKKI, BIRAKMAYACAKSIN SANA VERMELERİNE!

NEYSEN "O" OL!

Belkide bir ayrıcalıktır Mehmed Uzun'u okumak


Bitmeyen savaşın,
durmayan stranın,
hep
dökülen kanın,
tükenmeyen acının
hikayesi...
Wélate Mezın'ın hikayesi...
Kevok ile
Baz'ın
hikayesi...

???

9 Nisan 2010 Cuma

İLAHİ AŞK...

Aşka uçma kanatların yanar... -Sadi Şirazi
Aşka uçmadıktan sonra kanatlar neye yarar... -Mevlana
Aşka vardıktan sonra kanadı kim arar... -Yunus Emre

SAFİYE SULTAN..

Osmanlı padişahı III. Mehmet'in annesi, Valide Sultan ve III. Murat'ın eşidir.
Safiye Sultan
Osmanlı Devleti'nin en parlak döneminde Kanuni Sultan Süleyman ve Hürrem Sultan'ın torunu, İkinci Selim ile Nurbanu Sultan'nun oğlu veliaht Murat ile yaşadığı fırtınalı aşk ile adını duyurmuş bir kadındır.
Safiye sultan asıl adıyla Sofia Baffo
1550'de Venedik'te dünyaya geldi. Çok zengin bir ailenin tek çocuğu( Babası bir Vali idi) olan Sofia dönemine göre oldukça iyi koşullarda bir eğitim aldı. Henüz 14 yaşındayken Akdeniz'de gemiyle yapılan bir seyahat sırasında Osmanlı korsanları tarafından kaçırıldı. Bir yıl sonra ise kendisini İstanbul'da bir köle pazarında bulan genç Sofia'nın güzelliği Osmanlı imparatoru Sarı Selim'in karısı ve Veliaht III. Murat'ın annesi Nurbanu Sultan'ın kulağına kadar geldi. Manisa sancağındaki genç veliaht Murat'ın kendisini afyon ve esrara vermiş devlet meselelerinden uzak pasif karakteri annesi Nurbanu'yu düşündürmekteydi. Nurbanu Sofia'yı görür görmez onun oğlu için aradığı kız olduğuna karar verdi ve bir servet ödeyerek kızı satın aldı. 2 yıl süreyle haremde eğitim gören Sofiya'nın adı Safiye olarak değiştirildi. 17 yaşında III. Murat'a sunulan Safiye, beline kadar uzanan sarı saçları iri gözleri ve uzun boyuyla, beyaz teni ve yürüyüşüyle Murat'ı kendisine aşık etti. Hemen ardından Osmanlı tahtının gelecekteki imparatoru III. Mehmet'i doğurarak saraydaki yerini sağlamlaştırdı. Sakindi ama gizliden Nurbanu'ya karşı planlar da kuruyordu. Güç, onun istediği tek şeydi ve ona aşık olan Murad bunu ona en iyi sağlayacak kişiydi.
III. Murat tahta geçince baş kadın oldu. Büyüleyici güzelliği yanında parlak zekası sayesinde büyük bir nüfuz sahibi oldu. Özellikle kayınvalidesi Nurbanu Sultan'ın ölümünden sonra Osmanlı devletini kapı arkasından yönetti ve istediği her kararı aldırttı. Kayınvalidesinin Venedik yanlısı siyasetini devam ettirdi. İngiltere kraliçesi I. Elizabeth dahil birçok yabancı liderlerle haberleşti. Kocası öldüğünde oğlu III. Mehmet Valisi olduğu Manisa'dan İstanbul'a gelene kadar kocasının ölümünü gizli tuttu. 1599 yılında Kraliçe I. Elizabeth'in Safiye Sultan'a bir süslü bir at arabası ve oğlu III. Mehmet'e de bir org hediye ettiği bilinmektedir. Oğlu III. Mehmet ölünce torunu I. Ahmet onu eski saraya gönderdi. 2 yıl sonra 1605 yılında öldü. Cenazesi İstanbul Ayasofya Camiinde III. Murat Türbesine gömüldü...

ARKADAŞLARLA HEP BİRLİKTE...




Okul hayatında arada sırada bizimde yüzümüz gülüyor becerikli arkadaşlar sayesinde.Firdevs ve dilek arkadaşımızın sayesinde unutulmaz bir lezzet şöleni yaşadık.( Bu yemeklere bakıpta küçümsemeyin.)Firdevsi bir yerlerde yakalayıp mercimek köftesi istemeyi unutmayın sakın çünkü bu konuda gerçekten becerikli.


4 Nisan 2010 Pazar

Tekirdağ gezimizden kareler





































Kâinatın dili

Gizli bir dili, bütün bilinemezliğinin içinde gizli bir düzeni var kâinatın.
Önceki gece ben eve dönerken erguvan ağaçları, yeni yeni yapraklanmaya başlayan, henüz baharın coşkusuna ayak uyduramamış, kış hüznünü dallarında taşıyan mahzun ağaçlardı, sabah çıktığımda ise hepsi, sadece kendi isimleriyle anılan o “erguvan rengi” çiçekleriyle donanmış, insanı şevke getiren, heyecanlandıran neşeli ağaçlara dönüşmüşlerdi.
O “gizli emir” onların hepsine birden aynı gece “çiçeklerini açmasını” söylemişti.
Hayatın bir yanında büyük bir karmaşa, bir yanında ise sarsılmaz büyük bir düzen vardı.
Gezegenler hep aynı yönde dönüyor, erguvanlar hep aynı günde açıyor, karıncalar hep aynı günde ortaya çıkıyordu.
Bilinen bir akılları, bir zekâları, bir düşünce yetenekleri olmayan ağaçlar, aynı gece çiçeklerini açmaları gerektiğini biliyordu, toprağın içinde dolaşan bir fısıltı onlara “çiçeklerini” açmalarını emrediyordu.
Bir kapris, bir sürpriz, bir şımarıklık gözükmüyor, hepsi aynı emre uyuyordu.
Bu şaşırtıcı büyük “düzenin” bir parçası olan insan ise “karmaşayı” temsil ediyordu.
Tek bir insanın içinde bile o kadar çok duygu, o kadar çok düşünce, o kadar çok istek birbiriyle çelişerek, yer değiştirerek var oluyor, o duygularla düşünceler sahiplerini bile şaşırtarak kaynaşıp duruyordu ki neredeyse bir tek insanın içindeki karmaşa tüm kâinatın düzenine meydan okuyabiliyordu.
Ve yeryüzünde, içinde belirsizliklerin, çelişkilerin, bilinmezlerin olduğu milyarlarca insan dolaşıyor, onların her birinin içinde varlığını sürdüren karmaşa birbiriyle çatışarak, vuruşarak büyük bir duygusal kaos yaratıyordu.
Kâinatı hangimiz temsil ediyorduk?
Aynı gece gizli bir emirle çiçeklerini açıveren o ağaçlar mı?
Aynı gecede defalarca fikir değiştirebilecek olan insanlar mı?
Sanki bütün bunların hepsini yaratan güç, düzeni ve düzensizliği birarada arzulamış, gezegenleri aynı yönde döndürecek kudretini, ağaçlara, karıncalara, tüm hayvanata ve nebatata hükmedecek kesin emirlerle ortaya koyarken, insanlar için açtığı ölüm ve hayat parantezinin içini boş bırakmıştı.
Kâinata hâkim olan “yedi” renkten daha fazla sayıda duygu, bütün kâinatı şekillendiren o “biri düz biri eğri” iki çizgiden çok daha fazla düşünce ve istekle dolu bir ruhu da o “parantezin” yanına koymuştu.
Kendisi yedi renkle iki çizgiden renk ve şekil mucizeleri yaratırken, çok “daha fazlasını” verdiği insanlardan da kendi “küçük” mucizelerini yaratmalarını beklemişti.
İnsanlara “şaşırtın beni” der gibiydi.
“Size bağışladıklarımla beni şaşırtacak işler yapın, eğlendirin beni, kendi mucizelerinizle bana kendi kudretimi kanıtlayın, benim kudretimin sadece mucizeler yaratmaya değil, ‘mucize yaratacakları’ da yaratmaya muktedir olduğunu gösterin.”
Bu, açıkça söylenmeyen, açıkça duyulmayan, toprağın içinde ağaçlara fısıldanan gizli emir gibi ruhlarımıza üflenmiş başka bir gizli emirdi.
Ağaçlar gibi insanlar da uymuşlardı bu emre.
Erguvanlarınki kendini tekrarlayan mucizelerdi, bir gecede hep birlikte açıveriyorlardı çiçeklerini.
İnsanlarınki kendini tekrarlamayan mucizelerdi.
Doğa “düzenden” yaratıyordu mucizesini, biz düzensizlikten yaratıyorduk.
Ağaçlar, balıklar, gezegenler, karıncalar, kediler “mükemmeldiler”, onların değişmesine, farklılaşmasına, yeni düzenler bulmasına gerek yoktu.
İnsanlar “mükemmel” değillerdi, mükemmele doğru ilerliyorlardı.
“Mükemmel” olanlar “kendi” mucizelerini yaratamıyorlardı, onlar ancak çok büyük bir “mucizenin” parçaları oluyorlardı, “yeni” mucizeleri ancak “mükemmel” olmayanlar yaratabiliyordu.
Eğer insanlar da ağaçlar gibi düzenli olsalardı, daha baştan mükemmel yaratılsalardı, hayat başladığı gibi devam eder, ona bir şey eklenmez, yeni mucizelerle çoğalmaz, hep beklenmedik olaylarla değişmezdi.
Bize, tüm insanlara Yaradan’ın büyük armağanı, hepimizi “eksik” yaratması, bu eksiklikle bize “mucizeler yaratma” gücünün yolunu açmasıydı.
Ama her şeyin olduğu gibi “mucize” yaratabilmenin de bir bedeli vardı, o mucizeyi yaratabilmek için büyük bir karmaşanın, belirsizliğin, çelişkilerin içinde çalkalanıyor, zaman zaman kendi duygularımızı bile kavramakta zorlanıyor, kendi ruhumuzda bir armoni oluşturmakta beceriksiz kalıyor, ihtiraslarımızın keskin çengellerine takılıyor, iyiliklerimiz kadar kötülüklerimizle kendimizi şaşırtıyorduk.
Ve, biz eksik “yaratıklar”, Yaradan’ın o kudretli mizah anlayışıyla, “mükemmel” olan her şeyden daha üstün, daha güçlü ve daha muktedirdik, değiştiriyor, çoğaltıyor ve mucizeler yaratıyorduk.
Erguvanlar gizli bir emre uyarak büyük bir düzenle aynı gece çiçeklerini açmışlardı.
Biz ise aynı gizli emir yüzünden yarın ne olacağını bile bilmediğimiz bir düzensizlik içinde kendi mucizelerimizin peşinde koşuyorduk.

Ahmet ALTAN
(4 şubat 2010 taraf)

2 Nisan 2010 Cuma

Seni seviyorum da, seni sevmeyi eskisi kadar sevemiyorum..

Asuman: Senin beni eskisi kadar sevmediğin her halinden anlaşılıyor zaten
Mükremin: Nerden anlaşılıyor?
Asuman: Elini tutuyorum, elimi bırakıyorsun. Gözüne bakıyorum gözüme bakmıyorsun.
Mükremin: Bilmiyorum Asuman bilmiyorum, doğrudur kalbimin eski çarpıntısını kaybettiği tüm aramalara rağmen bulunamadığı inkar edilebilir bir gerçek olsa niçin inkar edilmesin öyle değil mi, o ki inkar edilebilir edersin gider yok böyle bir şey dersin gider
Asuman: Bak ağzınla söyledin işte sonunda!
Mükremin: Ben konuşmak için en müsait yer ağız diye şey ettim ama…
Asuman: Beni artık sevmiyorsun öyle mi?
Mükremin: Ya seni seviyorum da seni sevmeyi eskisi kadar sevemiyorum. Hani eskiden seni sevmenin birbirimizi sevmenin yeşil gevrek bir tadı vardı. seni güldürmenin lezzeti damağıma yerleşir orada mutlu mesut yaşardı. yani bir şey olduğu vakit ilk bunu koşayım gideyim Asuman’a söyleyeyim tarzında bir haberci telaşı olurdu...
Asuman: Şimdi ne oldu peki?
Mükremin: Bilmiyorum Asuman bilmiyorum, kalbim bir kuyunun dibindeki suyun içinde nefes almaya çalışan bir gariban… yukarı tırmanmaya çalışıyor ama ne yapsın kuyunun duvarları düz, kuyunun duvarları ıslak…

DOGUM GÜNÜN KUTLU OLSUN ÇİRKİN KRAL....


Yılmaz Güney (d. 1 Nisan 1937 Adana - ö. 9 Eylül 1984, Paris), Türk vatandaşlığına sahip olan Kürt yönetmen, sinema oyuncusu, senarist ve öykü yazarı. Özellikle Çirkin Kral dönemi sonrasında çektiği ve önemli bir sinemacı olarak kabul edilmesini sağlayan Cannes ödüllü Yol, Sürü, Umutsuzlar gibi filmleriyle tanınır.

Sinema öncesi
Yılmaz Güney'in gerçek adı Yılmaz Pütün'dür. Kendi ifadesine göre Pütün kırılması zor sert meyve çekirdeği demektir.
1937 yılında, topraksız bir köylü ailenin iki çocuğundan biri olarak dünyaya geldi. Babası Siverekli Zaza ve annesi Vartolu Kürt olmakla birlikte kendisini asimile edilmiş Kürt olarak tanımlamıştır. Adana'da bir süre Kemal ve And Film şirketlerinin bölge temsilcisi olarak çalıştı. Üniversite okumak üzere İstanbul'a gitti ve Atıf Yılmaz ile tanıştı. Bu süreçte bir yandan da hikayeler yazıyordu. Daha sonra Atıf Yılmaz'ın da desteğiyle sinemada çalışmalarına başladı.
Sinemaya başlaması
Yılmaz Güney,
1959 yılında Atıf Yılmaz'ın yönetmenliğini yaptığı Bu Vatanın Çocukları ve Alageyik isimli filmlerin hem senaryosunu yazar hem de filmlerde rol alır ve oynar. Karacaoğlan'ın Karasevdası'nda da yönetmen yardımcılığı yapar. Yeni Ufuklar ve On Üç gibi dergilere de öyküler yazan Yılmaz Güney, bir öyküsünde komünizm propagandası yaptığı gerekçesiyle yargılanır ve 1961 yılında bir buçuk yıl hapis cezasına mahkum olur.
İki yıl sonra tekrar kaldığı yerden devam eden Yılmaz Güney, o dönemde daha çok macera filmleri çeker. Filmlerinde ezilen, hor görülen bir "Anadolu çocuğunun" otoriteye başkaldırısı vardır. Bu dönemde Çirkin Kral lakabını alır. Bu dönemdeki en önemli
Lütfü Akad'ın yönettiği ve kendisinin yazdığı bir film olan Hudutların Kanunu'dur. Bu dönem boyunca oyunculuğunu geliştiren Yılmaz Güney, abartısız ve yalın oyunculuk anlayışı bu dönemde artık oturtmuştur.
Cezaevi ve firari yılları
Yılmaz Güney,
1972 yılında "devrimcilere yardım ve yataklık yaptığı" gerekçesiyle 2 yıl hapse ve sürgüne mahkum edildi. Yılmaz Güney içeride kaldığı süre boyunca sinema ve sanat ile ilgili fikirlerini; şiir ve öykülerini o dönemde çıkarmaya başladığı Güney dergisinde yayınlamıştır. 1974'te cezaevinden çıktı. İki yıldan fazla cezaevinde kalan Yılmaz Güney aynı yıl Arkadaş filmini çekti. Yine aynı yıl Endişe adlı filmi çekerken Yumurtalık ilçesindeki bir gazinoda ilçe yargıcı Sefa Mutlu'yu tabancayla vurarak öldürmekten tutuklandı ve 25 Ekim'de Ankara 1. Ağır Ceza Mahkemesi'nde başlayan yargılamaların sonucu 13 Temmuz 1976'da 19 yıl hapis cezasına çarptırıldı. Cezaevinde sinema ile olan ilgisi devam etti. Bu dönemde yazdığı Zeki Ökten tarafından çekilen Sürü ve yurt dışnda ve yurt içinde büyük ilgi gören ve Şerif Gören tarafından Yol çekildi.Cezaevindeyken GÜNEY adlı bir sanat-kültür dergisi çıkardı. 13. sayıdan itibaren ülkede ilan edilen sıkıyönetim sonucunda dergisi kapatıldı ve hakkında yazdıklarından ötürü 10 ayrı dava açıldı. İstenen ceza toplamı yüz yıl idi. 1981 Ekiminde izinli olarak çıktığı Isparta Cezaevi'ne bir daha dönmeyerek geri kalan yaşamını yurtdışında sürdürmüştür.
12 Eylül döneminde kendi dergisi olan
Güney'de yazdığı yazılardan dolayı yaklaşık yüz yıla yakın ceza istemiyle yargılanıyordu. 1981'de Isparta yarı açık cezaevinden izinli olarak ayrıldı ve yurt dışına kaçtı. Cezaevinden firar ettikten sonra Yol'un kurgusunu tekrar yaptı ve Cannes Film Festivali'nde ödül aldı. Yurt dışına kaçtıktan sonra Duvar filmini Fransa'da çekti.
1984'te mide kanserinden ölen Yılmaz Güney, son yıllarını Paris'te geçirdi. UNUTMAYACAZ!