Blog Listem

18 Nisan 2010 Pazar

Gelllllllllll köfte ekmeğe





ARKADAŞLARLA BİRLİKTE ÇOK GÜZEL BİR GÜN GEÇİRDİK ÖNCE KÖFTE
EKMEKLERİMİZİ YEDİK SONRA MİSKET Mİ DERSİNİZ HORON MU DERSİNİZ
HALAY MI DERSİNİZ ANLIYCAĞINIZ DÜN KEYİF BİZİMDİ....

Ophélia'ya Mektuplar...

Portekizli şair ve yazar Fernando Pessoa'nın nişanlısına yazdığı mektuplar onun sevgisine tanıklık etmenin yanı sıra gizlerini de açıyor.Ophelia'ya Mektuplar, Pessoa'nın özellikle yalnızlığını, kırgınlıklarını, sıkıntılarını, acılarını, kıskançlıklarını, ileriye dönük düşüncelerini sergiliyor.
"Küçük sevgilim, sevgili Bebeğim,Saat sabahın yaklaşık dördü, ağrılar içinde kıvranan bedenimin dinlenmeye ihtiyacı varken uyumaktan kesinlikle vazgeçtim. Üç gecedir bu böyle, ama bu gece hayatımda yaşadığım en berbat gecelerden biri. Bunu anlamana imkan yok küçük sevgilim, şanslısın sen. Uykumu kaçıran şey yalnız anjin ve iki dakikada bir şu berbat tükürme ihtiyacı değil. Ateşim yoktu ama sayıklıyordum, deliriyorum sanıyordum, bağırmak, haykırmak, birbirini tutmayan bin bir şey yapmak istiyordum. Bütün bunlar, hastalığın yarattığı kırıklığın doğrudan etkisiyle değil de dün bütün gün, ailemin gelişiyle ilgili olan ve çözümlenemeyen şeylerden sıkıldığım için oldu."

Ahmet HAMDİ TANPINAR VE HUZUR...

Ahmet Hamdi Tanpınar, 1901 İstanbul doğumlu. Babasının işi gereği, ilkokuldan liseye kadar Andolu’nun çeşitli şehirlerinde sürdürdü eğitmini. İstanbul Darülfünun Edebiyat bölümününden 1923′de mezun olduktan sonra Erzurum, Konya ve Ankara’da edebiyat öğretmenliği yaptı. İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi’nde dersler veren Tanpınar, İÜ Edebiyat Bölümü Tanzimat Edebiyatı kürsüsünde proesörlüğe seçildi. 1942-1946 yılları arasında Maraş milletvekili olduktan sonra yeniden eğitim hizmetine döndü, 1949 yılında İÜ Edebiyat Bölümü Yeni Türk Edebiyatı profesörlüğüne getirildi. 1962 yılında kalp rahatsızlığı sonucu ölen Ahmet Hamdi, çok sayıda şiir, hikaye, roman ve deneme yazmıştı.
Huzur yazarın en önemli yapıtlarunda olup, adı huzur olamsına karşın tam bir huzursuzluk romanıdır....

17 Nisan 2010 Cumartesi

Ne kadar da tatlı


Kurbağalar, dünyanın hemen her yanında rastlanan kara kurbağaları ile su kurbağalarını içeren, yaklaşık 2,000 türü bulunanikiyaşayışlılar takımı.Başlıca özellikleri tek bir öbek (kuyruklu kurbağalar) dışında erişkin dönemlerinde kuyrukları bulunmamasıyla nitelenen (bilimsel adları, kuyruksuzlar anlamındadır) kurbağalar takımı üyelerinin tümünde deri, öbür iki yaşayışlîlarda olduğu gibi incedir ve yaşamlarını sürdürebilmeleri için büyük ölçüde neme gereksinimleri vardır. Bazıları ağaçlarda, bazıları daha çok suda, ama türlerin büyük bölümü karada yaşar. Kara kurbağaları ve su kurbağalan büyük ölçüde birbirine benzemekle birlikte, kara kurbağalarının derileri daha kuru, bedenleri daha geniş ve yassıdır; sırtlarında kamburlar ve püzürler yer alır. Türlerin çoğu kurşunimsi yeşil ya da kahverengimsi renklerdedirler ama, çok değişik renkli türlere de rastlanır. Bütün türlerin bedenleri kısa, başları büyük,ağızlan geniş, türden türe farklı ölçülerde dışarı çıkabilen dillerinin ucu yapışkandır. Bacaklar iyi gelişmiş, daha çok su içinde yaşayan türlerde perdelidir. Arka ayaklardaki, öbür parmaklardan büyük ve güçlü 5. parmak, sıçrama ya da yüzme sırasında itici gücü sağlar. Akciğerleri bulunmasına karşın, kaburgaları ve solunum kasları bulunmadığından akciğerlerini büzüp-şişiremez, kapalı tuttukları ağızlarında, körüğe benzer boğazlarının hareketiyle soluk alıp verirler. Birçok türün bedeni, zehirli, tahriş edici bir salgıyla örtülüdür. Erişkinlerden çok farklı olan ve *iribaş diye adlandırılan larvalar, bütünüyle suda yaşar, çeşitli evrelerden geçen tam başkalaşma sonucunda sudan çıkar ve kuyruklarını düşürerek erişkine dönüşürler. İribaşlar daha çok su bitkileriyle, erişkinlerse özellikle böceklerle beslenirler.

NİETZSCHE'DEN SEÇMELER


ÖLÜMÜN SON İYİLİĞİ BİR DAHA ÖLÜMÜN OLMAMASIDIR.

BENİ ÖLDÜRMEYEN ŞEY BENİ GÜÇLENDİRİR

KENDİ ALEVLERİNİZDE YANMAYA HAZIR OLMALISINIZ: ÖNCE KÜL OLMADAN KENDİNİZİ NASIL YENİLEYEBİLİRSİNİZ?

ÜMİT EN SON KÖTÜLÜKTÜR, ÇÜNKÜ İŞKENCEYİ UZATIR.

İNSAN RUHU YAPTIĞI SEÇİMLERLE BELİRLENİR.

ÖZDEYİŞLER HÂLİNDE VE KANIYLA YAZAN KİMSE OKUNMAYI DEĞİL, EZBERLENMEYİ İSTER.

BİLGİ ERMİŞLERİ OLMAK ELİNİZDEN GELMİYORSA, HİÇ DEĞİLSE BİLGİ SAVAŞÇILARI OLUN.

VE CEZA, SALDIRGAN İÇİN AYNI ZAMANDA BİR HAK VE ŞEREF OLMAZSA, CEZANIZ EKSİK OLSUN!

YELE KARŞI TÜKÜRMEKTEN SAKININIZ!

PEKİ SİZ, DOSTLAR, BEĞENİ VE BEĞENME TARTIŞILMAZ MI DİYORSUNUZ? FAKAT BÜTÜN HAYAT BEĞENİ VE BEĞENME ÜSTÜNE BİR TARTIŞMADIR!

KENDİN ALABİLECEĞİN BİR HAKKI, BIRAKMAYACAKSIN SANA VERMELERİNE!

NEYSEN "O" OL!

Belkide bir ayrıcalıktır Mehmed Uzun'u okumak


Bitmeyen savaşın,
durmayan stranın,
hep
dökülen kanın,
tükenmeyen acının
hikayesi...
Wélate Mezın'ın hikayesi...
Kevok ile
Baz'ın
hikayesi...

???

9 Nisan 2010 Cuma

İLAHİ AŞK...

Aşka uçma kanatların yanar... -Sadi Şirazi
Aşka uçmadıktan sonra kanatlar neye yarar... -Mevlana
Aşka vardıktan sonra kanadı kim arar... -Yunus Emre

SAFİYE SULTAN..

Osmanlı padişahı III. Mehmet'in annesi, Valide Sultan ve III. Murat'ın eşidir.
Safiye Sultan
Osmanlı Devleti'nin en parlak döneminde Kanuni Sultan Süleyman ve Hürrem Sultan'ın torunu, İkinci Selim ile Nurbanu Sultan'nun oğlu veliaht Murat ile yaşadığı fırtınalı aşk ile adını duyurmuş bir kadındır.
Safiye sultan asıl adıyla Sofia Baffo
1550'de Venedik'te dünyaya geldi. Çok zengin bir ailenin tek çocuğu( Babası bir Vali idi) olan Sofia dönemine göre oldukça iyi koşullarda bir eğitim aldı. Henüz 14 yaşındayken Akdeniz'de gemiyle yapılan bir seyahat sırasında Osmanlı korsanları tarafından kaçırıldı. Bir yıl sonra ise kendisini İstanbul'da bir köle pazarında bulan genç Sofia'nın güzelliği Osmanlı imparatoru Sarı Selim'in karısı ve Veliaht III. Murat'ın annesi Nurbanu Sultan'ın kulağına kadar geldi. Manisa sancağındaki genç veliaht Murat'ın kendisini afyon ve esrara vermiş devlet meselelerinden uzak pasif karakteri annesi Nurbanu'yu düşündürmekteydi. Nurbanu Sofia'yı görür görmez onun oğlu için aradığı kız olduğuna karar verdi ve bir servet ödeyerek kızı satın aldı. 2 yıl süreyle haremde eğitim gören Sofiya'nın adı Safiye olarak değiştirildi. 17 yaşında III. Murat'a sunulan Safiye, beline kadar uzanan sarı saçları iri gözleri ve uzun boyuyla, beyaz teni ve yürüyüşüyle Murat'ı kendisine aşık etti. Hemen ardından Osmanlı tahtının gelecekteki imparatoru III. Mehmet'i doğurarak saraydaki yerini sağlamlaştırdı. Sakindi ama gizliden Nurbanu'ya karşı planlar da kuruyordu. Güç, onun istediği tek şeydi ve ona aşık olan Murad bunu ona en iyi sağlayacak kişiydi.
III. Murat tahta geçince baş kadın oldu. Büyüleyici güzelliği yanında parlak zekası sayesinde büyük bir nüfuz sahibi oldu. Özellikle kayınvalidesi Nurbanu Sultan'ın ölümünden sonra Osmanlı devletini kapı arkasından yönetti ve istediği her kararı aldırttı. Kayınvalidesinin Venedik yanlısı siyasetini devam ettirdi. İngiltere kraliçesi I. Elizabeth dahil birçok yabancı liderlerle haberleşti. Kocası öldüğünde oğlu III. Mehmet Valisi olduğu Manisa'dan İstanbul'a gelene kadar kocasının ölümünü gizli tuttu. 1599 yılında Kraliçe I. Elizabeth'in Safiye Sultan'a bir süslü bir at arabası ve oğlu III. Mehmet'e de bir org hediye ettiği bilinmektedir. Oğlu III. Mehmet ölünce torunu I. Ahmet onu eski saraya gönderdi. 2 yıl sonra 1605 yılında öldü. Cenazesi İstanbul Ayasofya Camiinde III. Murat Türbesine gömüldü...

ARKADAŞLARLA HEP BİRLİKTE...




Okul hayatında arada sırada bizimde yüzümüz gülüyor becerikli arkadaşlar sayesinde.Firdevs ve dilek arkadaşımızın sayesinde unutulmaz bir lezzet şöleni yaşadık.( Bu yemeklere bakıpta küçümsemeyin.)Firdevsi bir yerlerde yakalayıp mercimek köftesi istemeyi unutmayın sakın çünkü bu konuda gerçekten becerikli.


4 Nisan 2010 Pazar

Tekirdağ gezimizden kareler





































Kâinatın dili

Gizli bir dili, bütün bilinemezliğinin içinde gizli bir düzeni var kâinatın.
Önceki gece ben eve dönerken erguvan ağaçları, yeni yeni yapraklanmaya başlayan, henüz baharın coşkusuna ayak uyduramamış, kış hüznünü dallarında taşıyan mahzun ağaçlardı, sabah çıktığımda ise hepsi, sadece kendi isimleriyle anılan o “erguvan rengi” çiçekleriyle donanmış, insanı şevke getiren, heyecanlandıran neşeli ağaçlara dönüşmüşlerdi.
O “gizli emir” onların hepsine birden aynı gece “çiçeklerini açmasını” söylemişti.
Hayatın bir yanında büyük bir karmaşa, bir yanında ise sarsılmaz büyük bir düzen vardı.
Gezegenler hep aynı yönde dönüyor, erguvanlar hep aynı günde açıyor, karıncalar hep aynı günde ortaya çıkıyordu.
Bilinen bir akılları, bir zekâları, bir düşünce yetenekleri olmayan ağaçlar, aynı gece çiçeklerini açmaları gerektiğini biliyordu, toprağın içinde dolaşan bir fısıltı onlara “çiçeklerini” açmalarını emrediyordu.
Bir kapris, bir sürpriz, bir şımarıklık gözükmüyor, hepsi aynı emre uyuyordu.
Bu şaşırtıcı büyük “düzenin” bir parçası olan insan ise “karmaşayı” temsil ediyordu.
Tek bir insanın içinde bile o kadar çok duygu, o kadar çok düşünce, o kadar çok istek birbiriyle çelişerek, yer değiştirerek var oluyor, o duygularla düşünceler sahiplerini bile şaşırtarak kaynaşıp duruyordu ki neredeyse bir tek insanın içindeki karmaşa tüm kâinatın düzenine meydan okuyabiliyordu.
Ve yeryüzünde, içinde belirsizliklerin, çelişkilerin, bilinmezlerin olduğu milyarlarca insan dolaşıyor, onların her birinin içinde varlığını sürdüren karmaşa birbiriyle çatışarak, vuruşarak büyük bir duygusal kaos yaratıyordu.
Kâinatı hangimiz temsil ediyorduk?
Aynı gece gizli bir emirle çiçeklerini açıveren o ağaçlar mı?
Aynı gecede defalarca fikir değiştirebilecek olan insanlar mı?
Sanki bütün bunların hepsini yaratan güç, düzeni ve düzensizliği birarada arzulamış, gezegenleri aynı yönde döndürecek kudretini, ağaçlara, karıncalara, tüm hayvanata ve nebatata hükmedecek kesin emirlerle ortaya koyarken, insanlar için açtığı ölüm ve hayat parantezinin içini boş bırakmıştı.
Kâinata hâkim olan “yedi” renkten daha fazla sayıda duygu, bütün kâinatı şekillendiren o “biri düz biri eğri” iki çizgiden çok daha fazla düşünce ve istekle dolu bir ruhu da o “parantezin” yanına koymuştu.
Kendisi yedi renkle iki çizgiden renk ve şekil mucizeleri yaratırken, çok “daha fazlasını” verdiği insanlardan da kendi “küçük” mucizelerini yaratmalarını beklemişti.
İnsanlara “şaşırtın beni” der gibiydi.
“Size bağışladıklarımla beni şaşırtacak işler yapın, eğlendirin beni, kendi mucizelerinizle bana kendi kudretimi kanıtlayın, benim kudretimin sadece mucizeler yaratmaya değil, ‘mucize yaratacakları’ da yaratmaya muktedir olduğunu gösterin.”
Bu, açıkça söylenmeyen, açıkça duyulmayan, toprağın içinde ağaçlara fısıldanan gizli emir gibi ruhlarımıza üflenmiş başka bir gizli emirdi.
Ağaçlar gibi insanlar da uymuşlardı bu emre.
Erguvanlarınki kendini tekrarlayan mucizelerdi, bir gecede hep birlikte açıveriyorlardı çiçeklerini.
İnsanlarınki kendini tekrarlamayan mucizelerdi.
Doğa “düzenden” yaratıyordu mucizesini, biz düzensizlikten yaratıyorduk.
Ağaçlar, balıklar, gezegenler, karıncalar, kediler “mükemmeldiler”, onların değişmesine, farklılaşmasına, yeni düzenler bulmasına gerek yoktu.
İnsanlar “mükemmel” değillerdi, mükemmele doğru ilerliyorlardı.
“Mükemmel” olanlar “kendi” mucizelerini yaratamıyorlardı, onlar ancak çok büyük bir “mucizenin” parçaları oluyorlardı, “yeni” mucizeleri ancak “mükemmel” olmayanlar yaratabiliyordu.
Eğer insanlar da ağaçlar gibi düzenli olsalardı, daha baştan mükemmel yaratılsalardı, hayat başladığı gibi devam eder, ona bir şey eklenmez, yeni mucizelerle çoğalmaz, hep beklenmedik olaylarla değişmezdi.
Bize, tüm insanlara Yaradan’ın büyük armağanı, hepimizi “eksik” yaratması, bu eksiklikle bize “mucizeler yaratma” gücünün yolunu açmasıydı.
Ama her şeyin olduğu gibi “mucize” yaratabilmenin de bir bedeli vardı, o mucizeyi yaratabilmek için büyük bir karmaşanın, belirsizliğin, çelişkilerin içinde çalkalanıyor, zaman zaman kendi duygularımızı bile kavramakta zorlanıyor, kendi ruhumuzda bir armoni oluşturmakta beceriksiz kalıyor, ihtiraslarımızın keskin çengellerine takılıyor, iyiliklerimiz kadar kötülüklerimizle kendimizi şaşırtıyorduk.
Ve, biz eksik “yaratıklar”, Yaradan’ın o kudretli mizah anlayışıyla, “mükemmel” olan her şeyden daha üstün, daha güçlü ve daha muktedirdik, değiştiriyor, çoğaltıyor ve mucizeler yaratıyorduk.
Erguvanlar gizli bir emre uyarak büyük bir düzenle aynı gece çiçeklerini açmışlardı.
Biz ise aynı gizli emir yüzünden yarın ne olacağını bile bilmediğimiz bir düzensizlik içinde kendi mucizelerimizin peşinde koşuyorduk.

Ahmet ALTAN
(4 şubat 2010 taraf)

2 Nisan 2010 Cuma

Seni seviyorum da, seni sevmeyi eskisi kadar sevemiyorum..

Asuman: Senin beni eskisi kadar sevmediğin her halinden anlaşılıyor zaten
Mükremin: Nerden anlaşılıyor?
Asuman: Elini tutuyorum, elimi bırakıyorsun. Gözüne bakıyorum gözüme bakmıyorsun.
Mükremin: Bilmiyorum Asuman bilmiyorum, doğrudur kalbimin eski çarpıntısını kaybettiği tüm aramalara rağmen bulunamadığı inkar edilebilir bir gerçek olsa niçin inkar edilmesin öyle değil mi, o ki inkar edilebilir edersin gider yok böyle bir şey dersin gider
Asuman: Bak ağzınla söyledin işte sonunda!
Mükremin: Ben konuşmak için en müsait yer ağız diye şey ettim ama…
Asuman: Beni artık sevmiyorsun öyle mi?
Mükremin: Ya seni seviyorum da seni sevmeyi eskisi kadar sevemiyorum. Hani eskiden seni sevmenin birbirimizi sevmenin yeşil gevrek bir tadı vardı. seni güldürmenin lezzeti damağıma yerleşir orada mutlu mesut yaşardı. yani bir şey olduğu vakit ilk bunu koşayım gideyim Asuman’a söyleyeyim tarzında bir haberci telaşı olurdu...
Asuman: Şimdi ne oldu peki?
Mükremin: Bilmiyorum Asuman bilmiyorum, kalbim bir kuyunun dibindeki suyun içinde nefes almaya çalışan bir gariban… yukarı tırmanmaya çalışıyor ama ne yapsın kuyunun duvarları düz, kuyunun duvarları ıslak…

DOGUM GÜNÜN KUTLU OLSUN ÇİRKİN KRAL....


Yılmaz Güney (d. 1 Nisan 1937 Adana - ö. 9 Eylül 1984, Paris), Türk vatandaşlığına sahip olan Kürt yönetmen, sinema oyuncusu, senarist ve öykü yazarı. Özellikle Çirkin Kral dönemi sonrasında çektiği ve önemli bir sinemacı olarak kabul edilmesini sağlayan Cannes ödüllü Yol, Sürü, Umutsuzlar gibi filmleriyle tanınır.

Sinema öncesi
Yılmaz Güney'in gerçek adı Yılmaz Pütün'dür. Kendi ifadesine göre Pütün kırılması zor sert meyve çekirdeği demektir.
1937 yılında, topraksız bir köylü ailenin iki çocuğundan biri olarak dünyaya geldi. Babası Siverekli Zaza ve annesi Vartolu Kürt olmakla birlikte kendisini asimile edilmiş Kürt olarak tanımlamıştır. Adana'da bir süre Kemal ve And Film şirketlerinin bölge temsilcisi olarak çalıştı. Üniversite okumak üzere İstanbul'a gitti ve Atıf Yılmaz ile tanıştı. Bu süreçte bir yandan da hikayeler yazıyordu. Daha sonra Atıf Yılmaz'ın da desteğiyle sinemada çalışmalarına başladı.
Sinemaya başlaması
Yılmaz Güney,
1959 yılında Atıf Yılmaz'ın yönetmenliğini yaptığı Bu Vatanın Çocukları ve Alageyik isimli filmlerin hem senaryosunu yazar hem de filmlerde rol alır ve oynar. Karacaoğlan'ın Karasevdası'nda da yönetmen yardımcılığı yapar. Yeni Ufuklar ve On Üç gibi dergilere de öyküler yazan Yılmaz Güney, bir öyküsünde komünizm propagandası yaptığı gerekçesiyle yargılanır ve 1961 yılında bir buçuk yıl hapis cezasına mahkum olur.
İki yıl sonra tekrar kaldığı yerden devam eden Yılmaz Güney, o dönemde daha çok macera filmleri çeker. Filmlerinde ezilen, hor görülen bir "Anadolu çocuğunun" otoriteye başkaldırısı vardır. Bu dönemde Çirkin Kral lakabını alır. Bu dönemdeki en önemli
Lütfü Akad'ın yönettiği ve kendisinin yazdığı bir film olan Hudutların Kanunu'dur. Bu dönem boyunca oyunculuğunu geliştiren Yılmaz Güney, abartısız ve yalın oyunculuk anlayışı bu dönemde artık oturtmuştur.
Cezaevi ve firari yılları
Yılmaz Güney,
1972 yılında "devrimcilere yardım ve yataklık yaptığı" gerekçesiyle 2 yıl hapse ve sürgüne mahkum edildi. Yılmaz Güney içeride kaldığı süre boyunca sinema ve sanat ile ilgili fikirlerini; şiir ve öykülerini o dönemde çıkarmaya başladığı Güney dergisinde yayınlamıştır. 1974'te cezaevinden çıktı. İki yıldan fazla cezaevinde kalan Yılmaz Güney aynı yıl Arkadaş filmini çekti. Yine aynı yıl Endişe adlı filmi çekerken Yumurtalık ilçesindeki bir gazinoda ilçe yargıcı Sefa Mutlu'yu tabancayla vurarak öldürmekten tutuklandı ve 25 Ekim'de Ankara 1. Ağır Ceza Mahkemesi'nde başlayan yargılamaların sonucu 13 Temmuz 1976'da 19 yıl hapis cezasına çarptırıldı. Cezaevinde sinema ile olan ilgisi devam etti. Bu dönemde yazdığı Zeki Ökten tarafından çekilen Sürü ve yurt dışnda ve yurt içinde büyük ilgi gören ve Şerif Gören tarafından Yol çekildi.Cezaevindeyken GÜNEY adlı bir sanat-kültür dergisi çıkardı. 13. sayıdan itibaren ülkede ilan edilen sıkıyönetim sonucunda dergisi kapatıldı ve hakkında yazdıklarından ötürü 10 ayrı dava açıldı. İstenen ceza toplamı yüz yıl idi. 1981 Ekiminde izinli olarak çıktığı Isparta Cezaevi'ne bir daha dönmeyerek geri kalan yaşamını yurtdışında sürdürmüştür.
12 Eylül döneminde kendi dergisi olan
Güney'de yazdığı yazılardan dolayı yaklaşık yüz yıla yakın ceza istemiyle yargılanıyordu. 1981'de Isparta yarı açık cezaevinden izinli olarak ayrıldı ve yurt dışına kaçtı. Cezaevinden firar ettikten sonra Yol'un kurgusunu tekrar yaptı ve Cannes Film Festivali'nde ödül aldı. Yurt dışına kaçtıktan sonra Duvar filmini Fransa'da çekti.
1984'te mide kanserinden ölen Yılmaz Güney, son yıllarını Paris'te geçirdi. UNUTMAYACAZ!

25 Mart 2010 Perşembe

TİKİ NEDİR???


Türkiye, İstanbul kaynaklı, bireyleri ekonomik olarak üst sınıftan veya onlar gibi olmak isteyen orta sınıftan gençlerden oluşan ve toplumda oldukça büyük antipati toplamış, kendine özgü dili ve pahalı yabancı markalara dayalı yüksek estetik kaygısı ile tanınan altkültür.Genellikle Bağdat Caddesi ve Akmerkez çevresinde yer edinmiş fakat bir süre sonra genele yayılmıştır. Kimi zamanlar ciks ve tikky şeklinde adlandırılmaktadır.

Çok şey bildiğini zanneden; genelde zengin aile çocuklarından oluşan; gündemden ve kendi yaşadığı memleketinde ne olup bittiğinden habersiz olan ama en haberli görünmeye çalışıp 40 yıllık siyasilere taş çıkartan; Giyime, Makyaja, Modaya canı gibi önem veren; çabuk kırılan, sıkıya gelemeyen; tartışma ortamlarında demogoji yapan; markadan başka hiç bir şey bilmeyen; nerde ne giymesi gerektiğini bilmeden gece gündüz farklı olmak adına çok şatafatlı ve parıltılı giyinen; genel kültürlü gibi duran ama genel kültürün g'sine sahip olmayan; yanınızda durduğunda konuşacak birşey bulamayacağınız; hurafelere, olağanüstü hikayelere hemen inanan; kimilerinin ağzından sakız eksik etmediği; bilmemne derneği gibi google'da arasanız bulamayacağınız derneklere üye olanlar; ev halinden, sevgiden, saygıdan, hürmetten, görgüden uzak insanlar...

Dil - JargonuTikilerin Türkçeyi kendisine özgü kullanımı toplumda pek çok kez eleştirilmiştir. Fakat bu dil, neredeyse tiki kültürünün belirleyicisidir. Genel olarak, Amerikan aksanı ile Türkçe konuşulması, cümlelerin içinde ingilizce sözcükler kullanılması veya İngilizce söylenişlerin Türkçeye çevrilmesidir.

Örneğin
Selaam (nası bi selam şekliyse) nası gidiyo(how is it going)
-Ayy, inanılmaz bay geldi -abi naber? -baba nassın? -abi geçenlerde bi hometheatre(cinema sistemi oluyo) gördüm görmelisin yani..manyak bi alet..bi bas veriyo abi süperrrr..yani gürünce bu ne felan oldum... -ay çok banelsinnn -ayyy kız o oğlanı gördüm oha oldum yaneeee -ay kız o lakost çok ka gibi (burdaki ka da kalite demekmiş,,bilmeyenlere) -abi geçen pembe bi lakost gömlek aldım görsen altınada tomiden bej deri bi pant... off çok mükemmel oldum ben neymişim abi beeee... kızlar hasta bana yawww...-ya bana böö geldi bu markadan -abi duydun mu selin kimle çıkıyomuşşş...hadiiii inanmam.. -imkansıbıl,deearmışııım,iğğğrançsıııaan -şok oldum falan yaniiiiiiiii -diyoosuoon? -oha filan oldum yani.. -abi o ne ya çok demode... -abi evet ya o hatun çok manyaktıııı.. -teen'e bak, cıbırı gördünmü -ne diosuuuuuuuun, kaaalbimi fethediosuuuuunnn -yeaa bean çok sıkılıoruuuomm..amerrikaya gidiceaaammm.. -Biliyomısaaaaan -Hayvanssııaaan -hadi papaaay -pozitif elektrik alamadım senden yane, taam mı? -yivrençsiaaan - iğrençsin -kendine çok iyi bakıyosuun tımaam maa -ay cıttan yaaneee gibi....

GiyimDünya görüşleri ve estetik anlayışları nedenii ile popüler kültüre ve modaya fazlasıyla bağımlı olan tikiler ekonomik güçlerinin de verdiği bir destekle olabildiğince pahalı giyinmeyi tercih ederler. Bunun için, Amerikan preppy gençliğin trendlerini izlerler. Türkiye genelindeki tikiler ise, Bağdat Caddesi çevresindeki tikileri örnek alarak giyinir ve oradaki modayı takip etmeye ve birbirlerinin aynı giyinimeye çalışırlar.Giyindikleri mekanlar, genellikle Akmerkez ve Bağdat Caddesi civarındaki pahalı yabancı markaların mağazalarıdır. Abercrombie&Fitch, Hollister,DKNY(Donna Karan New York), Puma, Converse tikilerin tercih ettiği markalardır.

Politik Görüş Tikiler, 80 sonrası apolitikleştirilen Türk gençliğinin bir sonucu olarak, sadece kendisi düşünür olabildiğince politikadan uzak kalmayı tercih ederler, aykırı ve asi eğilimlerden uzak dururlar. Bu kalıbı zorlayanları (altertiki) da vardır. Fakat farkında olmadan, baskıcı, kapitalist düzene destek vermektedirler.

BENİM ADIM AŞK...


Var mı beni içinizde tanıyan
Yaşanmadan çözülmeyen sır benim
Kalmasa da şöhretimi duymayan
Kimliğimi tarif etmek zor benim

Bülbül benim lisanımla ötüştü
Bir gül için canevinden tutuştu
Yüreğime Toroslardan çığ düştü
Yangınımı söndürmedi kar benim

Niceler sultandı kraldı şahtı
Benimle değişti talihi bahtı
Yerle bir eyledim taç ile tahtı
Akıl almaz hünerlerim var benim

Kamil iken cahil ettim alimi
Vahşi iken yahşi ettim zalimi
Yavuz iken zebun ettim Selim’i
Her oyunu bozan gizli zor benim

Yeryüzünde ben ürettim veremi
Lokman Hekim bulamadı çaremi
Aslı için kül eyledim Kerem’i
İbrahim’in atıldığı kor benim

Sebep bazı Leyla bazı Şirin’di
Hatrım için yüce dağlar delindi
Bilek gücüm Ferhat ile bilindi
Kuvvet benim kudret benim fer benim

İlahimle Mevlana’yı döndürdüm
Yunusumla öfkeleri dindirdim
Günahımla çok ocaklar söndürdüm
Mevladanım hayır benim şer benim

Benim için yaratıldı Muhammet
Benim için yağdırıldı o rahmet
Evliyanın sözündeki muhabbet
Enbiyanın yüzündeki nur benim

Kimsesizim hısmım da yok hasmım da
Görünmezim cismim de yok resmim de
Dil üzmezim tek hece var ismimde
Barınağım gönül denen yer benim

CEMAL SAFİ

23 Mart 2010 Salı

BERLİN DUVARI...


1961 yılında, Batı Berlin ile Doğu Berlin’i birbirinden ayırmak için inşa edilen ve 1989 yılında Doğu Blokunun çökmesine kadar Soğuk Savaşın en açık sembolü olan duvardır.28 yıl boyunca binlerce insan, batıya kaçmak için duvarı aşmaya çalışırken öldürüldüğünden Utanç Duvarı da denilmektedir. Duvarın yıkılması 1990 yılında iki Almanya’nın birleşme sürecini de başlatmıştır.II. Dünya Savaşı´nın sonunda savaşı kaybeden Almanya ve başkenti Berlin işgal kuvvetlerince Amerikan, Fransız, İngiliz ve Sovyet bölgesi olarak dörde bölündü. Kısa süre sonra Batı ittifakı benzer şekilde olan yönetim birimlerini birleştirdi ve tek bir yönetim bölümüne dönüştü. Sovyetler ise bu birleşmeye karşı çıktı. Batılı işgal kuvvetleri Sovyetlere karşı Almanya´yı tekrar inşaya girişip komünizme karşı karakol kurmayı amaçladılar.Sovyetler de bu girişime karşı Doğu Almanya´da yeni bir rejim kurmaya girişti. Ekonomisi sosyalizme dayanan, siyasi yönetimi otoriter olan Doğu Almanya'dan Batı'ya kaçışlar da oluyordu. Sovyetlerden kaçış büyük ölçüde Berlin'den gerçekleşiyordu. Zamanla tel örgü ve mevzuat değişiklikleri de batıya kaçışı engelleyemez duruma gelmişti. Sovyetler, Batı Berlin'i Sovyetlerin içinde bir fesat yuvası, kapitalizmin kalesi, karşı propaganda merkezi olarak gördüğü için Berlin Duvarı'nı örmeyi çözüm olarak benimsedi.1989 yılı başlarında Alman Demokratik Cumhuriyeti Hükümeti, isteyen Doğu Almanya vatandaşlarının Sovyetler Birliği dahilindeki diğer Doğu Bloğu ülkelerine geçiş yapabilmesine izin verdi. Bu iznin çıkmasıyla beraber binlerce Doğu Alman vatandaşı Polonya, Çekoslavakya, Macaristan, Yugoslavya gibi ülkelerin başkentlerine akın etti ve buralarda bulunan Amerikan, İngiliz, Fransız büyükelçiliklerine sığındı. Daha sonra da bu sığınmacılar özel trenlerle Doğu Bloğu dışındaki ülkelere kaçmaya başladılar. Kaçışın bu kadar yoğun olduğu bir durumda Dogu Almanya Hükümeti duruma bir çözüm bulmak için toplandı. Burada yaşayan insanlar artık bu şekilde zaten Doğu Almanya'dan çıkabildiklerine göre duvarın bir anlamı kalmamıştı.

22 Mart 2010 Pazartesi

SENİ SEVMEKTEN DEĞİL; SENİ AFFETMEKTEN YORULDUM...


HESABI ZAMAN ÖDESİN...


Bütün suçu zamana atabilirim aslında. Olmuş ve olmamış her şeyin bedelini takvim yapraklarına yükleyerek, sessizce sıyrılabilirim aklımın dipsiz karmaşasından.Baktığım bütün güzellikleri gördüm diyemem, keza görüp bakmadığım da çok olmuştur. Etrafımda duran çiçeklere karşı kör olup, uzaklarda bir deniz manzarasına vurulduğum anlar aklıma gelince, gözlerimin nasıl bir oyuna daldığını anlıyorum.Duyup hiç dinlemediklerim var ama dinlediklerimi hep duymuşumdur. Bazen, sadece kısa diye es geçtiğim melodilerin, büyüyüp senfoniye dönüştüklerine şahit oldum. O zaman öğrenmiştim her notanın bir anlamı olduğunu ve aslında kıyıya vuran dalga sesinin, bir nota olduğunu.Denizin derinliklerinde değil ama bu kara parçasının üstünde çok vurgun yedim. Bendenim kaskatı kesildi, nefesim durdu, ruhum dondu. Ölümün soğuğundan bile ayaz gecelerde, gözyaşlarım buz kesti. O zaman anladım ki vurgun, çok karanlık kelimeymiş.Hayat durağan bir seyir izlemiyor elbette! Şen kahkahaların ovalara yayıldığı dost sohbetlerinde, masa başında ülkeyi kurtardığım da olmuştur; aşkı izlediğim de ama hiçbiri, evden gizlice kaçıp, sevgilimle güneşin doğuşunu seyrettiğim o gençlik günlerinin tadını vermemiştir.Çok yüreksiz insan tanıdım, kötüye ise aşinayım. Ademoğlu, çıkarları için ne kadar vicdansız olur bilirim. Herkesin girmeye korktuğu sokaklarda, gece yarılarında tek başına yürürken anladım ki, cesaretten gelmiyor kabadayılık. Belindeki silahtan daha büyük mermiler sıkabilir adam olana, güçlü bir kalp!Yalnızlıkla uzun yıllardır tanışırız. O beni, ben onu sevsek de; uzun süre birlikte olmaktan sıkıldık. O, kendini atacak başka bir kapı arıyor şimdilerde. Her kim olsa, benden iyi olacağını düşünüyor. Oysa ben o yolu daha önce geçtim. Sonra gittiği yerde insan, geldiğini mumla arıyor. Hayat bu, bazen sıkılmak bile hepimiz için lüks kalıyor.Yolumu aydınlatacak ışık bulamadığımda, el yordamıyla yürümeyi öğrendim. Ancak ömür dediğin hatalarla örülüyor, güneşin tepemde durduğu anlarda ayağımın taşa takılmışlığı da çoktur. Bile bile çarptığım bütün duvarlardan yara aldım. Sonra yaralarımı ağlamadan sardım.Yapılacak daha çok yanlış var ama ondan daha fazla doğru birikti gönlümde. Hepsine tek tek zaman ayırmam lazım. Daha bir sürü kalp yarası alacağım, aşkı bin kere daha tadıp doyamayacağım. Ancak vakit yetmiyor. Yapacaklarıma, yapamadıklarıma ve yaptıklarıma zaman yok! Veya benim canım, suçu şu gariban takvim yapraklarına atmak istiyor….

21 Mart 2010 Pazar

TÜRKİYE'NİN ÇIKARLARI


Biri size “Türkiye’nin çıkarları” için nasıl düşünmeniz gerektiğini söylediğinde hemen alarma geçmelisiniz. Çünkü büyük bir ihtimalle kandırılacaksınız. Diğer bütün büyük toplumlar gibi Türkiye de değişik sınıflardan, zümrelerden, ırklardan, inançlardan oluşuyor; bütün bu grupların çıkarları birbirinden farklıdır hatta genellikle çıkarları birbiriyle çelişir. İstanbul’daki bir zenginle Yozgat’taki bir köylünün “ortak” çıkarı nedir? Bir patronla bir işçinin ortak çıkarı nedir? Bir muhafazakârla, bir Kemalistin ortak çıkarı nedir? Bir Türkle bir Kürdün ortak çıkarı nedir? Bunların “ortak” çıkarı, kendi haklarını ve çıkarlarını özgürce koruyabilecekleri, bunun için mücadele edebilecekleri, inançlarının gereklerini rahatça gerçekleştirebilecekleri, fikirlerini hiçbir baskıyla karşılaşmadan söyleyebilecekleri bir zemini oluşturmaktır. Her türlü çelişkinin ve hak mücadelesinin hiçbir baskıyla karşılaşmadan yaşanacağı bir ortamı yaratmaktır. Ama “iktidarı” elinde bulunduranlar, kendi çıkarlarını “ortak çıkar” diye sunup bunun kabul edilmesini isterler. Gerektiğinde, ki genellikle gerekir, bunun için yalan söylerler. “Ezen” grup, kendi çıkarlarının “ezilenlerin” de çıkarı olduğunu iddia eder. Bu temelsiz iddiaları kabul görmediğinde zorbalaşırlar. Özellikle bizim ülkemizde “tarihi çarpıtarak” bu yalanlarına bir “altlık” oluşturlar. Çünkü bizim ülkemizdeki “asıl iktidar” yüz yıldır asker ve sivil İttihatçılardadır. Bütün sınıfları, grupları, zümreleri, ırkları, dinleri, İttihatçı bir azınlık baskı altında tutar ve yönetir. Üstelik “eğitim sistemini” kendileri belirledikleri için “ezdikleri” insanların da beynini yıkayarak “İttihatçıların çıkarlarının” herkesin ortak çıkarı olduğuna inandırırlar. Ezilenler, ezenleri destekler. Ve, asla tarihin sorgulanmasına izin vermezler. Büyük bir “31 Mart ayaklanması” yalanı vardır mesela, yüz yıl boyunca dindarlar “bu yalanın” yarattığı havayla “müstakbel irticacılar” olarak gösterilmiş, dindarlık topluma büyük bir tehlike olarak sunulmuştur. Herkes “31 Mart’ın” tekrarından korkar hale getirilmiştir. Halbuki 31 Mart, en kabadayı rakamla iki bin beş yüz, üç bin askerin, başlarında komutanları olmadan sokaklarda gösteri yapmasıdır. O “irtica” ayaklanmasına katılanlar arasında “sarhoş” bahriyeliler de yer almıştır. Çok rahat bastırılacak bu ayaklanma “bilinçli” bir şekilde bastırılmamış ve İstanbul’daki Birinci Ordu’nun harekete geçmesi engellenmiş, bunun sonucunda da koskoca “Birinci Ordu’nun” bastıramadığı “ayaklanmayı” Harekât Ordusu iki günde bastırıp Abdülhamit’i devirerek İttihatçı bir iktidarın yolunu açmıştır. “31 Mart” korkutmacasıyla dindarlar hep bir tehlike gibi gösterilmiştir. Bugün, bizim “milliyetçilerin” büyük bir arzuyla sahip çıktığı İttihat Terakki iktidarı ise tarihimizin en “işbirlikçi”, en “dışa bağımlı” iktidarıdır. İttihatçılar öylesine “işbirlikçidir” ki Osmanlı Ordusu’nun yönetimini hiç çekinmeden Alman generallere teslim etmiştir. Enver Paşa, Osmanlı’nın kapılarını ardına kadar Almanlara açmıştır. Almanların hatırı için Osmanlı’yı hiç hazır olmadığı halde Birinci Dünya Savaşı’na sokmuş, Almanlarla işbirliği yaparak ülkeyi “savaşa sokmasını” ise Sait Halim Paşa’nın konağında toplanmış olan kabineye, “bir oğlumuz oldu beyler” diye duyurmuştur. Bugünlerde sıkı bir biçimde tartıştığımız, “kabulünü kendimize hakaret olarak gördüğümüz” Ermeni soykırımı da Almanların Osmanlı Ordusu’na hâkim olduğu bir dönemde gerçekleşmiştir. Almanlarla “işbirliği” içindeki İttihatçıların gerçekleştirdiği bu korkunç katliam, Osmanlı’nın diğer ülkelerle “ittifak” kurma ihtimalini tümüyle yok etmiş ve tam da Almanların istediği gibi Osmanlı’yı Almanya’ya mahkûm etmiştir. Yapılanın, Osmanlı’nın çıkarıyla bir ilgisi yoktur. Bunu savunmanın bugün de Türkiye’nin çıkarıyla bir ilgisi olmaması gibi. Ermeni meselesi 1915’te Osmanlı’yı nasıl yalnızlaştırdıysa, bunu savunmak da bugün Türkiye’yi yalnızlaştırmaktadır. O “yalnızlık” Osmanlı dönemindeki Alman destekli İttihatçıları nasıl iktidarda tuttuysa, bugünkü yalnızlık da hâlâ varlıkları süren asker ve sivil İttihatçıların iktidarına yardım eder. İttihatçıların iktidarı ise Türkiye’nin çıkarına değildir. Ermenileri öldüren, Kürtleri ezen, Türklerin dindar ve demokrat olanlarını baskı altına alan, muhalifleri vurduran bir iktidar nasıl Türkiye’nin lehine olur? İttihatçı bir iktidarın sürmesini, Türkiye’nin dünyadan koparılmasını, “küçük bir zümrenin” dışında kalan Türklerle Kürtlerin ezilmesini, yasakların, baskıların artmasını istiyorsanız tarihteki yalanları savunun. Ama bilin ki savunduğunuz yalanlar ne sizin çıkarınızadır, ne de Türkiye’nin çıkarınadır, sadece Türkiye’yi yüz yıldır yöneten silahlı bir azınlığın çıkarınadır.
Ahmet ALTAN

19 Mart 2010 Cuma

EMO NEDİR?

Emo 1moda 1müzik türü mutsuzluk,yalnızlık,melankoli durumu olarak anlatabiliriz.Emo olmak genellikle mutsuzluk depresiflik olarak adlandırılır.içinde hissettiğin acıyı cesurca dışa vurmandır. En popüler 5 emo 1-cute is what we aim for 2-avengeld sevenfold 3-the early november 4-hellogoodbye 5-quietdrive Öncülerinden my chemical romance`yi örnek verebiliriz. *disco değil retro olmak, *2 el kıyafetler *eskimiş yırtık converseler *kızlarda kendilerinin kestiği w boyadığı kısa saçlar (yada renkli.kırmızı,mor,yeşil vs. akla ne gelirse)w yataktan yeni çıktım modundaki saçlar, *günlük..en emoların en önemli kişisel şeyi,içine yazdıkları şiirlerini yaşadıklarını dier emo arkadaşlarıyla paylaşırlar *siyah oje(yıpranmış) *emo kızları genellikle pop kültürüne baş kaldırır. -emo kızları nlerden nefret eder: justin timberlake,avril lavigne,konserlere para verip girmek,kendilerini kısıtlamaya çalışan erkek arkadaş,piercing!lerine laf eden aile
Tipik EMO özellikleri:
1. Türkçe bilmezler, kendi aralarında kullandıkları tuhaf bir dil vardır. Şekil 1 a'da vikings'in gösterdiği gibi: hihihihi süfe nahn her bh süfe e ama o arkdaki çnta pempe pempe zrtmış hihihihi ne jkı yaaa ajko ne dio o hatun oii fasla tabdım<3 ayhhh çoqhh dadnu ben öpebilirmiim 1 kere aaaaaaaaaaa tacıı tanıommbı yerdenn askıma ben heduee ettım jok yakısıyo bebeımeee mjxxx sfym senıı emojukummmmm
2. Saçlarını genellikle tek gözlerini kapatacak kadar öne yatırırlar. Arkada kalan kısımları ise jöleyle ya da spreyle kabartarak karıştırırlar. Bu absürd görünüm, "şekil"den ziyade yüzlerini kapatmak içindir.
3. Yüzlerinin gözüken kısımlarına bol miktarda (paralarının yettiği kadarıyla) piercing yaptırırlar. Ne kadar piercingleri varsa o kadar "havalı"dırlar.
4. Yüzlerinin gözüken kısmında "aptal" bir ifade vardır. Bu gerçek bir "loser" gibi görünme isteğinin mantığını hala çözemedim şahsen.
5. Mümkün olduğu kadar "görünmeyen" yerlerine dövme yaptırırlar. Dövmeye asla "dövme" demezler. Kesinlikle "tatoo" derler. Bu onların "cool" olma anlayışıdır. Görünmeyen yerlerine yaptırmalarının sebebi ebeveynlerinin görmesini engellemektir.
6. Hep marka şeyler giymeye çalışırlar ama alışveriş yaptıkları yerler de bellidir. Converse ve Vans en kıymetli markalarıdır. Nasıl "kel" bir emo olmazsa en az 5 Converse'i olmayan bir emo da olamaz.
7. Takıldıkları 2 yer vardır: İstiklal Caddesindeki İş Bankası'nın önü ve Kadıköy'deki Rexx Sineması'nın önü. Bütün günlerini burda ayakta dikilerek (!) ve sağa sola bakarak geçrirler. Aynı bir güvercin gibi.
8. Kızları da erkekleri de biseksüeldir. Onlar için cinsiyetin fazla bir anlamı yoktur. Önlerine gelen her emoyla yiyişebilirler. Erkek erkeğe, erkek-kıza, kız-kıza...
9. Bazı emo kızlarda metalci erkek tavlama güdüsü gelişmiştir. Bu kısım uzun saç fetişidir.
10. Dinledikleri şeyler başta H.I.M. olmak üzere, Anathema, Katatonia'nın yeni albümleri, Bullet For My Valentine, On Thorns I Lay, Falling Down Boy (!), Placebo (? bknz: "Ne alaka") gibi "duygusal çöküş" temalı gruplardır.
11. Her emo kız mutlaka gay birine aşık olduğunu zanneder. Ör: Ville Vallo.
12. Damalı pantolon, damalı gömlek, damalı bileklik, kısaca damalı herşey ilgi alanlarına girer ve bunları üstlerine giyerler. Mümkün olduğunca kırmızı-siyah-mor renkleri tercih ederler. Bunların hepsi aynı boyda (1.60), aynı kiloda (50), aynı saç şekline sahip (face-off), aynı ayakkabılar, aynı pantolonlar ve aynı gömlekler giyen, aynı bileklikleri takan, kısaca tamamen aynı insanlardır. Sözde karakterlerine kadar. bu yüzden emo avlamak çok kolaydır. Çok azdıysanız ve yapacak başka birşeyiniz yoksa yoldan geçen bi emo kızından sigara isteyerek bunu yapabilirsiniz. (Zira onlar birini kafalamak için hep bu yolu kullanırlar)
13. Bira içmek onlar için marifettir. 1 kutu alkolsüz (!) biradan sonra yamulurlar. Hiç olmazsa yamulmuş numarası yaparlar ki etrafındaki erkekler ya da kızlar bunları daha kolay yiyebilsin. Yaptıkları bütün saçmalıkları alkolün üzerine atabilirler böylece.
14. Zararlı maddeler kullanmak onlar için marifettir. Çünkü bu tip şeyler, bulunması çok zor birşeydir onlara göre.Buldukları şeyi de hazine gibi saklar, çok iyi bir halt yiyormuş gibi bunu yaptıktan sonra da "ben bilmemne içtim" diye bağırırarak dolaşırlar.
15. Kendilerinin dejenere olmadığını, böyle olmanın onların varoluşlarında olduğunu söylerler. 16. Metal kültürüyle punk çöplüğü arasında sıkışmış garibanlardır. Sağlam metal gruplarının melankolik parçalarını duyup onları da emo gruplar zannederler (Bknz: Opeth). Bu yüzden midir bilinmez, daha çok metalcilere yakın yerlerde takılırlar. Şekil 1 a: Moda sahili. (Geçen hafta bu civarda yüzlerce emo gördüğümü iddia etsem yalan söylemiş olmam heralde)
17. Kısaca punk'ların uzatılmış halidir. Biraz metalcilerden, biraz punklardan bişeyler alalım da şöyle ortaya karışık birşeyler yapalım mantığının ürünüdürler.
18. Bu tarzı çıkaran insan (!?) olarak Ville Vallo'yu gösterebiliriz. Fakat emoların bile yeni nesili pek tanımamaktır zat-ı muhteremi =)
19. Genellikle intihara meyillidirler. Öyle olmasalar bile "emo" yasaları gereği öyleymiş gibi davranırlar. 20. Fotoğraf çekerken beli başlı 3 pozları vardır. Birincisi işaret parmaklarını ve orta parmaklarını uztıp, diğerlerini bükerek (yani ellerine ***** şekli vererek) kafalarına dayarlar. İkincisi ellerine fotoğraf makinesini alarak kafalarına göre 80 derecelik bir açıyla tutarak kendilerini yukardan çekerler. Böylece kafaları karikatürlerdeki gibi kocaman çıkar gövdelerine göre. Komik olmaya çalıştıklarını düşünüyorum bu davranışla da.. Üçüncüsü ise artık klasikleşen şaşırma pozudur. Birşeye şaşırmış gibi yaparak tek ellerini açık olan ağızlarına kaparlar. Bu 3 poz şekli de emo olmanın altın kuralları arasındadır. Böyle pozları olmayan bir şahıs kendini emo olarak topluma kabul ettiremez.

18 Mart 2010 Perşembe



Yaşadıklarımdan Öğrendiğim Bir Şey Var

Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var:
Yaşadın mı, yoğunluğuna yaşayacaksın bir şeyi
Sevgilin bitkin kalmalı öpülmekten
Sen bitkin düşmelisin koklamaktan bir çiçeği

İnsan saatlerce bakabilir gökyüzüne
Denize saatlerce bakabilir, bir kuşa, bir çocuğa
Yaşamak yeryüzünde, onunla karışmaktır
Kopmaz kökler salmaktır oraya

Kucakladın mı sımsıkı kucaklayacaksın arkadaşını
Kavgaya tüm kaslarınla, gövdenle, tutkunla gireceksin
Ve uzandın mı bir kez sımsıcak kumlara
Bir kum tanesi gibi, bir yaprak gibi, bir taş gibi dinleneceksin

İnsan bütün güzel müzikleri dinlemeli alabildiğine
Hem de tüm benliği seslerle, ezgilerle dolarcasına
İnsan balıklama dalmalı içine hayatın
Bir kayadan zümrüt bir denize dalarcasına

Uzak ülkeler çekmeli seni, tanımadığın insanlar
Bütün kitapları okumak, bütün hayatları tanımak arzusuyla yanmalısın
Değişmemelisin hiçbir seyle bir bardak su içmenin mutluluğunu
Fakat ne kadar sevinç varsa yaşamak özlemiyle dolmalısın

Ve kederi de yaşamalısın, namusluca, bütün benliğinle
Çünkü acılar da, sevinçler gibi olgunlaştırır insanı
Kanın karışmalı hayatın büyük dolaşımına
Dolaşmalı damarlarında hayatın sonsuz taze kanı

Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var:
Yaşadın mı büyük yaşayacaksın, ırmaklara, göğe, bütün evrene karışırcasına
Çünkü ömür dediğimiz şey, hayata sunulmuş bir armağandır
Ve hayat, sunulmuş bir armağandır insana

Ataol Behramoğlu

YILAN KALESİ


Yılankale ortaçağda Çukurova'nın Haçlı işgali döneminde 12. yy'da Ceyhan Nehri kenarındaki hakim tepeye yaptırılmıştır. Hem ovayı hem de tarihi İpek yolunu kontrol etmiş, bulunduğu doğal kaynaklarla bütünleşmiştir. Sağlam surları kale meydanına, üç kapıdan sonra ulaşılabilmesi ve kapıları birbirine bağlayan portatif merdivenlerin kullanılmış olması ile fethedilmesi çok güçleştirilmiştir. Ramazanoğlu Beyliği döneminde 1357'den itibaren terk edilen kalenin adı Kovara iken ünlü Türk gezgini Evliya Çelebi 17. yy' da yörede Şahmaran Efsanesinden dolayı Şahmaran Kalesi adını vermiştir. Daha sonra Yılankale adını alan kale Anavarza, Tumlu ve Kozan Kalelerinin görüş ve alanı içinde yer almaktadır. Ceyhan Nehri kıyısında Misis'in kuzeydoğusundadır. Dört cepheli olan kalenin çevresi 700 metredir. Araları mazgallı olan sekiz burç ikişer katlıdır. Sarp kayalar üzerine yapılmış olan kalenin önemli bir sanat değeri vardır. Yol tarafında yukarı doğru açılan büyük bir kapısı olup, burası mazgallarla korunur. Kapıdan düz bir meydan olan kale iç sahasına girilir. Buradan gitmek istenilen yere düzgün merdivenlerle ulaşılır.

15 Mart 2010 Pazartesi

BİR AN İÇİNDE...


Bazen bir an, bir kısacık an boyunca söylediğimiz ya da söyleyemediğimiz, yaptığımız ya da yapamadığımız, küçük, var olduğu anın dışından bakıldığında çok önemsiz görünen bir şey nasıl da değiştiriyor hayatımız…
Hayatın akış yönünün bir mecradan başka bir mecraya doğru değişmesinin zaman zaman fazla kolay olduğu sıklıkla görsek bile bu değişiklik, ‘’An’’a sıkışıp kalmış küçük bir söz ya da davranış yüzünden meydana geldiğinde, kavrayabildiğimiz tek gerçek, bir şeylerin değişmiş olduğu oluyor; hangi sebeple değiştiği değil…
İnsanoğlunun gözleri büyük olayları seçmeye programlı sanki zihnin, olayları değerlendiren kısmı, yetkin anlara saplanıp kalırken aslında inanılması çok güç bir yetersizliğin kurbanı oluyor sürekli…
O gün şunu söyleseydik her şey yolunda giderdi, bunu yapabilsek yolunda giderdi, ‘’GİTME’’ deseydik birilerine ya da ‘’ ARTIK GİTMEN GEREKİYOR’’ diyebilseydik; bir an içinde yaptıklarımızı o bir ‘’an’’dan sonra görüp hayatın bu acımasız ve genellikle geri dönüşü olmayan dar zamanlarının ardından her defasında aynı acıyı çekmezdik belki…
‘’AN’’ları görmelisiniz dakikalardan, saatlerden önce; ‘’AN’’lar sizi uşaklaştırıyor etrafınızdan, Allah’tan kendinizden; kurduklarınızı kaybettiğiniz o ‘’AN’’larla geriliyorsunuz ilerleyen zaman içinde…

Şeyhmus DURUŞKAN

14 Mart 2010 Pazar

Umuda aşka sevgiye korkuya...


???


FAHRİYE ABLA


Hava keskin bir kömür kokusuyla dolar,

Kapanirdi daha gün batmadan kapilar.

Bu, afyon ruhu gibi baygin mahalleden,

Hayalimde tek çizgi bir sen kalmissin, sen!

Hülyasindaki genis aydinliga gülen

Gözlerin, dislerin ve ak pak gerdaninla

Ne güzel komsumuzdun sen, Fahriye Abla!

Eviniz kutu gibi küçücük bir evdi,

Sarmasiklarla balkonu örtük bir evdi;

Günesin batmasina yakin saatlerde

Yikanirdi gölgesi kuytu bir derede.

Yaz, kis yesil bir saksi itir pencerede;

Bahçende akasyalar açardi baharla.

Ne sirin komsumuzdun sen, Fahriye Abla!

Önce upuzun, sonra kesik saçin vardi;

Tenin bugdaysi, boyun bir basak kadardi.

Içini giciklardi bütün erkeklerin

Altin bileziklerle dolu bileklerin.

Açilirdi rüzgârda kisa eteklerin;

Açik saçik sarkilar söylerdin en fazla.

Ne çapkin komsumuzdun sen, Fahriye Abla!

Gönül verdin derlerdi o delikanliya,

En sonunda varmissin bir Erzincanliya.

Bilmem simdi hâlâ bu ilk kocanda misin,

Hâlâ daglari karli Erzincan’da misin?

Birak, geçmis günleri gönlüm hatirlasin;

Hâtirada kalan sey degismez zamanla,

Ne vefali komsumuzdun sen, Fahriye Abla!

Ahmet Muhip Diranas

13 Mart 2010 Cumartesi

GAZİANTEP KALESİ


Gaziantep Kalesi, Türkiye'de ayakta kalan târihi kalelerin en güzel örneklerinden biridir. Gaziantep'in merkezindeki bir tepeye kurulmuş olan kale, artık ilin bir simgesi hâline gelmiştir. Ne zaman inşa edildiği bilinmemekle birlikte, Roma döneminde gözlem amaçlı kullanıldığı bilinmektedir. Kale tarih boyunca bir çok kez tamir edilmişitir. Kale son halini 5 yıl önce yapılan bir onarımda almıştır ve de hala ayni guzelligini korumaktadir.ayrica müzesinde de cok degerli tarihi yapitlar barindirmaktadir.
Kale, daire biçiminde olup, çevresi 1200 metredir. Duvar taş bloklardan yapılmış olup, 12 kulesi ve burçları vardır. Kale, günümüzde "Gaziantep Savunması ve Kahramanlık Panoraması Müzesi" olarak kullanılmaktadır.

HATAY HARBİYE ŞELALESİ


Hatay'a 7 km uzaklıktaki Harbiye, Hatay'a giden turistlerin en çok beğendiği yerlerin başında gelir. Konumu itibari ile Ortadoğu’yu Türkiye’ye bağlayan yol üstünde bulunduğundan bu ülkelerden gelen turistlerin hem uğrak yeri, aynı zamanda konaklama ve eğlence yeri olmakla birlikte bölgenin en güzel piknik yeridir. Her taraf yeşillik ve bol suları ile adeta cenneti andırır. Her türlü sebze ve meyvelerin bol yetiştiği Harbiye, son yıllarda çok sayıda turist akınına uğramaktadır. Lokantaları, turistik otelleri, pansiyonları ve eğlence yerleri büyük bir gelişme göstermiştir. Yaz aylarında otel ve pansiyonların haricinde halkın bir kısmı, yabancı turistlere evlerinin bir bölümünü kiraya vererek artan turist potansiyelini karşılamaya çalışmaktadır. Konaklama ve yeme-içme tesislerinin haricinde Harbiye şelaleler bölgesinde yazlık olarak yeşillikler ve çağlayanlar arasında yeme-içme tesisleri bulunur. Görülmesi gereken yerlerden biri bence...